12 Ağustos’ta yayınlanan son teklisi Kusursuz Fırtına ile playlistlerde adeta fırtınalar estiren berkcavdar ile çok tatlı bir röportaj yaptık!
2020’de yayınlamaya başladığı teklileriyle solo kariyerini başlatan berkcavdar ağustosta yayınlanan Kusursuz Fırtına ile yolcuğuna devam ediyor. Ait olduğu jenerasyonun krizlerini yaratıcı bir biçimde aktaran berkcavdar her yeni şarkısıyla sınırlarını daha da genişletiyor. Biz de bu ilham verici akışa kayıtsız kalamadık ve berkcavdar’a sorularımızı yönelttik. O da müziğini, yaratımını etkileyen toplumsal ve bireysel faktörleri ve kendini samimiyetle anlattı. Aslında röportajın içeriğiyle ilgili söyleyebileceğimiz çok şey var; ama direkt berkcavdar’ın cümlelerini okumanızı tercih ederiz. Bu nedenle sözü daha fazla uzatmadan sizleri bu güzel röportajla baş başa bırakıyoruz. Keyifli okumalar!
Hoş geldin Berk nasılsın?
İyiyim, teşekkür ederim. Sen nasılsın?
Ben de iyiyim, teşekkür ederim. Seni tanıyarak başlayalım. Biraz kendinden müzikal geçmişinden söz eder misin?
Yaklaşık 12 senedir müzikle uğraşıyorum. Lise 2’deyken gitar çalarak başladım. Zaman geçtikçe iş sadece gitar çalmaktan çıktı. Vokal yapmaya başladım, bas öğrenmeye başladım, piyano öğrenmeye başladım. 2016’da Mosquito diye bir gruba girdim ve giderek daha profesyonel bir hal almaya başladı. Sonra Hack The Fool diye bir gruba dönüştü o. Bir süre beraber müzik yaptık. 2018-2019 gibi solo bir şeyler üretmeye başladım. Ama yayınlamaya 2020’de başladım. Önce Kid B diye İngilizce işlerimi yayınladığım bir proje çıkarttım pandemide. Sonra da kendi adımla, berkcavdar diye devam ettiğim projeye başladım. Şu an aktif olarak o devam ediyor.
Peki hangi noktada tamam ben kendi şarkılarımı yayınlayacağım dedin? Pandeminin başlamasıyla mı oldu direkt?
Ben pandemi ilk başladığında askerdeydim. (Gülüyoruz)
Kötü bir zaman.
Evet. Gittim, dünya normaldi ve nisan ayında bambaşka bir dünyaya döndüm. Ben 10 yıldır İstanbul’da yaşıyorum ama Bursalıyım aslında. Askerlik bitince de Bursa’ya ailemin yanına döndüm. O ara 15 gün zorunlu karantina vardı. Annemler yatak odasını bana hazırladılar. Ben orada 15 gün tek başıma bilgisayarım, akustik gitarım ve matımla beraber sadece oyun oynadığım, müzik yaptığım ve spor yaptığım bir zaman geçirdim. Kapıya yemek getirip koşarak uzaklaşıyorlardı falan çok komikti. Orada pandemi sırasında çıkartacağım şarkıları bestelemeye başladım. O boşluk güzel bir üretim fırsatı sağladı. Dışarıda hiçbir şey yapamadığım için oraya yöneldim ben de. Sonra da zaten İstanbul’a döndüm ve hızlandı süreç.
Sonra Türkçe şarkı yapmaya karar verdim bir anda. İlk Türkçe şarkım şu anda Spotify’da yok, onu baştan yapmayı planladığım için kaldırdım. Şu an yapsam çok farklı seçimler yapardım gibi hissettim. O beste aşamasında gitar çalarken ilk defa Türkçe bir şeyler mırıldanmaya başladım ve Türkçe söz yazabildiğimi fark edince de direkt oraya yöneldim. Kusursuz Fırtına beşinci şarkım oldu. İki tane bitmiş şarkım var, birine önümüzdeki haftalarda klip çekeceğiz. İlerlemeye başladık. Bir seneyi geçti artık Türkçe müzik yolculuğuna başlayalı. Çok daha hızlı olabilirim tabi ki. Bence yeterince üretmiyorum şu an. 2-3 ayda bir şarkı çıkartsam çok iyi olur, araları çok açık geliyor bana. Ama sonuç olarak böyle başladım solo kariyerime.
Peki kayıtlarını hala evde mi yapıyorsun?
Vokal kayıtlarım hariç her şeyi evde kendim yapıyorum. Vokal kayıtlarımı da arkadaşım Aytuğ’un (Mavi Zebra) evinde yapıyorum. Onun evinde güzel bir setupı var, orada beraber kaydediyoruz. Hem kayıtlar devam ederken bana fikirler, feedbackler de veriyor bu sayede “Şurayı böyle deneyebilirsin.” falan gibi. Onun dışında piyanolar, klavyeler, bas, gitar evde kaydediyorum her şeyi.
Son şarkın Kusursuz Fırtına 12 Ağustos’ta yayınlandı. Hatta geçen sene tam bugün bu şarkıyı çalarken story paylaşmışsın. Şarkının yaratım sürecini anlatır mısın? Ve söylemeden geçemeyeceğim, şarkıda davullar çok iyi. Geçişler falan gerçekten müthiş.
Teşekkür ederim. Davulla ilgili bir bilgi vereyim, ilgilenen insanların hoşuna gidebilir. Apple’ın Garageband için ünlü sanatçılara yaptırdığı soundpackler var. Mesela Mark Ronson’ın vardı bir ara, Dua Lipa’nın producerlarının vardı. Ben de Tom Misch’inkine denk geldim, geçen sene ağustos gibi. Tam emin değilim ama bence o soundpackteki davulları Yussef Dayes çalıyor. Hatta bu hafta sonu da konserine gideceğim. Bayılırım, inanılmaz bir davulcu. O soundpackten hoşuma giden kısımları kesip biçip güzel bir davul ritmi, ataklar vesaire oluşturup böyle bir şey geliştirdim. Yani şarkımda galiba Yussef Dayes davul çalıyor. (Gülüyoruz) İnanılmaz bir şey bu. Sadece bu yüzyılda yapabileceğin bir şey. Üretim süreci… Bu şarkıya özel mi yoksa genel olarak mı?
İkisini de anlatırsan sevinirim.
Tamam. Kusursuz Fırtına ile başlıyorum. Yazlıkta şezlongda yatıyordum. Telefonla uğraşırken Garageband bildirimi geldi “Tom Misch soundpack geldi.” diye. Hemen açtım previewunu dinledim. Çok tatlı klavye tonları, davul tonları vardı. Sonra davulları biraz kurcalamaya başladım. Çok hoşuma gitti, güzel bir groove yakaladım. Sonra yazlıktan döndüğümde hemen üstüne bir piyano kısmı yazmaya başladım. O da çok hoşuma gitti. Genelde hep şeyle başlıyor bu arada şarkılarım, Kusursuz Fırtına üzerinden genele atlamış olayım, davul ritmi ve bas, ana iskeleti tamamen oluşturuyor. Sonra üstüne melodik motifler, daha süsleme olarak gördüğüm şeyler gelmeye başlıyor. Çok nadiren -ilk şarkımda olduğu gibi vokal melodisiyle direkt çıkan ilginç fikirler gelebiliyor.
Bu arada şu an bir albüm yapıyorum. Her şey yolunda giderse 2023’ün ilk yarısında çıkacak. Ve o, genel olarak müzik üretim sürecimin karması gibi oldu diyebilirim. Bazıları sokakta yürürken mırıldandığım bir melodiden vokalle başladı. Bazıları bir davul ritmi bulup üstüne baseline çalıp kendi kendime jamliyormuşum gibi çıktı. Bazılarını grup zamanlarımda olduğu gibi gitarla yazıyormuşum gibi yazdım. Yani hepsi var ve müzikal yolculuğumun özeti gibi bir albüm gibi olacak. Bahsettiğim klibini çekeceğimiz şarkıyı yayınladıktan sonra yeni bitirdiğim bir şarkıyı da yayınlayıp direkt albüme dalmak istiyorum. Aşırı heyecanlıyım onun için.
Şu ana kadar yayınladığın şarkılar olacak mı peki albümde?
Yok onu yapmayı düşünmüyorum. Önceden çıkmış şarkıları alıp üstüne iki şarkı daha koyup albüm yapma kafası benim hiç hoşuma gitmiyor. Yeni albüm çıkıyorsa öncesinde 3-4 single çıkması, sonra albümün çıkması açıkçası benim daha çok hoşuma gidiyor. Ben albümlerde bütünlük arıyorum. Ortak bir teması olan, hatta kurgusal bir hikaye gibi, bir film gibi bir albüm yapmak istiyorum. Albümümde sound, melodiler açısından yakın olan parçalar da var farklı parçalar da var. Mesela akustik davulun olduğu çok hareketli şarkılar da var, hiç davulun olmadığı sadece piyano ve gitarla giden duygusal şarkılar da var. Ama hepsinin birleştiği noktalar var. Hepsinin anlattığı hikayenin ortak olması benim için önemli. Ama mesela şu ana kadar çıkardığım şarkıları bir araya getirirsem bu olmaz. Hayatımın farklı dönemlerinden farklı duyguları ve hikayeleri anlatan, alakasız bir sürü bireysel şarkı içermiş olur. Aslında çok spesifik bir vizyon var kafamda albümle ilgili. Umarım yansıtabilirim.
Biraz daha Kusursuz Fırtına ile ilgili konuşmak istiyorum çünkü çok sevdim şarkıyı. Şarkıda tam olarak nelerden bahsediyorsun? Hayattaki kişisel bir yolculuktan söz ederken bir anda “Bu koca şehirde bir kez bile karşılaşmamız olmamıza güveniyorum…” kısmı giriyor. O yüzden dinlerken merak ettim, bu konuda bir açıklaman var mı?
Kusursuz Fırtına metaforu 3 şeyi temsil ediyor bu şarkıda. Kendimi, genel olarak yaşadığımız hayatı ve başka bir kişiyi. Onun için verse’ün bir kısmında Kusursuz Fırtına beni ve benim içimde kopan fırtınaları anlatır gibi gözükürken başka bir kısmında hayatın iyisiyle kötüsüyle mücadelelerini temsil ediyor. O söylediğin spoken word kısmı da hayatıma dönem dönem girip çıkan, fırtına gibi her şeyi dağıtan ve bundan garip bir biçimde keyif aldığım; ama arkasından her şeyi dağıttığını fark ettiğim bir insanla alakalı. Ama yani her şeyi dağıtıp gitmesine rağmen benim kafamda her zaman kusursuz biri. Böyle bir metafor…
Çok şiirsel anlattın. Peki bitmeyen bir kaos içinde yaşamak seni besleyen bir şey mi?
Çok fazla besleyen ve çok fazla yoran bir şey. Kendi içinde inanılmaz bir çelişki biliyorum. Ama zaten bence Türkiye’de 20’li yaşlarında bir genç olmak biraz da öyle bir şey. Hayatla ilgili aslında bu yaşlarda öğrenmek zorunda olmadığımız ama öğrenmek zorunda kaldığımız bir sürü şey kafamıza atılıyor senelerdir. Biz de bununla nasıl mücadele edeceğimizi daha iyi öğrenmek için sürekli kişisel yolculuklara çıkmak zorunda kalıyoruz. Bu, beraberinde güzel kişisel gelişim olanakları ve savunma mekanizmaları getirse de insanı çok yıpratıyor. Sürekli kötü bir haber, sürekli daha kötüye giden siyasal ve ekonomik bir iklim… Aslında siyasi bir mesaj vermeye çalışmıyorum şarkıda ama sonuçta hepimizin hayatını bireysel noktalarda etkilediği için istemeden de olsa konu buraya geliyor. Kısıtlı tutmaya çalışıyorum ama kendimi çok da sansürlemiyorum. Kafiyeli bir düşünce akışına kendimi bırakıyorum.
Berk anlam arayışın hala devam ediyor mu?
Benim anlam arayışından anladığım şey şu: Uğruna savaşmaya değer bulduğum, her sabah kendimi yataktan kalkmaya ikna edebildiğim bir şey bulup ölene kadar bunu kovalamak. Kastettiğin şey bu mu?
Tam olarak bu.
Güzel. Bence ben bunu nispeten erken bir yaşta buldum. Bu yüzden şanslı olduğumu düşünüyorum. Bu sadece müzik değil. Ağırlıklı olarak müzik olsa da esasen üretmek. İnsanlara bir şeyleri sanatsal veya düşündürücü şekilde ifade etmek ve onlardan tepki almak çocukluğumdan beri hoşuma giden bir şeydi. Ben de böyle bir yere yöneldim. Müzik yapmanın 20-30 yıl sonra sıkılmış olacağım, pes etmiş olacağım bir şey olduğunu düşünmüyorum. Gerçekten her seferinde yepyeni bir motivasyonla, sabırsızlıkla ve onun içindeyken başka hiçbir şey yokmuşçasına yapabildiğim nadir aktivitelerden biri müzik. Aynı zamanda duygularımı, düşüncelerimi ve kendimi ifade ettiğim; kendimi, etrafımdaki dünyayı tanımama ve keşfetmeme de yardımcı olan bir araç.
İnsanların şarkılarımdan yaptıkları çıkarımlar çok hoşuma gidiyor mesela. Bazen geri dönüş yaptıkları şeyler benim hiç üstüne düşünmediğim şeyler oluyor ama biraz kafa patlatınca cidden bilinçaltımın yansıması olduğunu fark ediyorum. Aslında kafamda çok yer kaplayan bir durummuş ama ben farkında değilmişim. Ve birisi benim bunu görmemi sağlıyor. Ama aslında kendim görüyorum, sadece birisi işaret ediyor “Sen böyle düşünüyormuşsun” diye. Yani anlam arayışım genel olarak üretim ve müzikle yeni ufuklar keşfetmek üzerine. En azından şu an öyle hissediyorum. Eğer değişirse bu cevabı güncellemek isterim (gülüyoruz).
Dünyaya iz bırakma kaygın veya isteğin var mı?
Kaygıdan çok isteğim var. Kadıköy-İstanbul gibi daha küçük, bölgesel sınırlar içinde bile olsa hoşuma giden bir şey. Burada kültürün bir parçası olmak, ona şekil vermek… Aslında şu an istediğim kadar yapamıyorum ama daha iyi olduğumda hoşuma gidecek bir durum olduğunu hissediyorum. Ama “Çok popüler olayım, Barlar Sokağına girdiğimde beni herkes tanısın ‘Aa bak bu berkcavdar, şu şu şu müzikleri yaptı!’ desin.” gibi bir kaygı kesinlikle değil. Daha çok, belli dönemler hatırlandığında “Böyle birisi de vardı, şöyle işler ortaya koydu. Çok üretkendi, şu konulara eğildi, şunları hissettirdi…”gibi hatırlanma arzum var, birçok sanatçıda olduğu gibi. Bu arada “Herkes beni tanısın çok popüler olayım” diyen insanları yargılayıcı bir tavır içinde değilim. Veya bir gün benim başıma gelirse böyle bir şeyi hiç istemem de demiyorum. Ama bu hiçbir zaman benim önceliğim olmadı. Müziğimi bunun için yapmıyorum, bunu yüzde yüz samimiyetle söyleyebilirim.
Bundan önce Sandalyemi Tutmayın Geri Döner Miyim Bilmiyorum’u yayınladın. Bu şarkıda kendinle yüzleşmekten, varoluşsal sancılardan ve değişimden söz ediyorsun. Hayatın bu değişken dinamiğini seviyor musun, yoksa daha sabit bir düzen mi seni mutlu ederdi?
Ben değişikliği çok severim. Drama, aksiyon, spontane gelişmeler… Tabi ki bazen rutine monotonluğa ihtiyacım oluyor. Comfortzoneumda kalıp bir hafta tamamen aynı şeyi yapmak iyi geliyor. Her günün aynı geçmesi aklımı toparlamama, her şeyi rayına oturtup yeni kaoslara hazırlanmama yardımcı oluyor. Ama kesinlikle önüme iki yol sunulsa her gün başka başka şeylerin yaşandığı dramalarla dolu bir hayatı tercih ederim. Bu, üretkenliği biraz etkileyen bir durum ama o dengeyi yakalamak önemli dediğim gibi. Böyle kaotik, dramayla dolu bir dönemden beslenip daha rutin bir döneme girmek, aldığım tecrübe ettiklerimi bir üretime çevirmek için kapanmak, yalnız kalmak ve bu dengeyi yakalamak zaten benim hayatımın özeti aslında.
Bir şeyler yaşayıp bazen kendimi geliştirdiğimi, bazen kendimi yaraladığımı fark ettiğim, küçük bir recovery dönemine girdiğim ve kendimi “Şöyle birkaç ay geçirdin. Neler oldu, neler hissettin? Başladığında nasıl biriydin, şimdi nasıl birisin?” şeklinde sorguladığım ve bir şeyler üretmeye çalıştığım bir döngü. Aslında 2-3 senedir hayatım böyle ilerliyor, bundan memnunum. Memnun olmadığım taraflar da var. Ben aynı zamanda 09.00-18.00 çalışıyorum. Çevirmenim. Tatsız biraz ama İstanbul’da kalıp müzik yapabilmem için yaptığım bir fedakarlık gibi. Bir noktada o tarafı salıp sadece müzik yapmaya başlarsam o zaman çok başka bir hayatım olur gibi hissediyorum. Bakalım şu an kovaladığım bu. 30 yaşına gelmeden bunu başarmak.
İyi ki drama dedin çünkü şey diyecektim, ben senin tarzını birine anlatacak olsam şöyle anlatırdım: Ağlıyorsun ama dramatik olmadan.
Biraz da dans ediyor musun ama ağlarken? Biraz dans biraz groove var.
Kesinlikle! Chill bir şekilde ağlamak.
Cool bir şekilde ağlıyorsun.
Peki sen şarkılarını tek bir cümleyle anlatabilir misin?
Belki hissettiği ve düşündüğü şeyleri benden daha iyi aktaran birisi bir cümleyle anlatabilir. Ama ben yapamam. Ben “Şarkılarımı dinleyin ve kendiniz karar verin.” derim.
Hikayesini paylaşmak istediğin bir şarkın var mı?
Aslında kesin bir hikayeleri yok şarkılarımın ama backgroundlarını anlatabilirim. Mesela Zamanlama çok fazla abstract fikirle dolu. Zaten adı üstünde, doğru zamanın yakalanamadığı bir ilişki üzerine. Hem olan kısımlarıyla hem de olmayan kısımlarıyla. Yanımda, Yanında, hem benim bu coğrafyada sürmeye çalıştığım hayatın getirdiği mental durumlar -şarkının başında da zaten “Aklımı kaçırmadan çekip gitmem gerek” dediğim, biraz ona değinen, biraz… Aslında mesajını, sözlerini en sevdiğim şarkım Yanımda, Yanında olabilir. İçinde yaşadığım ülkenin genel durumları, sanki o uzun zamandır beraber olmak istediğim insanla olabilsem ve bu dönemleri onunla geçirebilsem beni etkilemezdi. Hiçbir kötü haber, ekonomik durum, sosyopolitik herhangi bir gelişme beni o kadar rahatsız etmezdi gibi hissetmem ve bu hissin beraberinde getirdiği suçluluk duygusu; ama o suçluluk duygusunun teraziye konulduğunda o kişiyle olmamı düşündüğüm anlardan çok önemsiz ve aşağıda kalması ve bu bencil duygularla savaşmakla ilgili bir şarkı aslında.
Çok güzel anlattın artık o şarkıyı dinlerken ağlayacağım, teşekkür ederim (gülüyoruz).
Sandalyemi Tutmayın’da da bu farkındalıkların ve akıl sağlığımı koruyabilmek adına sürekli o farkındalıklara odaklanmamanın ikiyüzlülüğü var. Ama o ikiyüzlülüğün zaten bu ülkede 20’li yaşlarında bir genç olarak akıl sağlığını ve yaşama sevincini yitirmeden hayata devam edebilmenin tek yolu olduğunu düşündüğüm için aslında genel olarak değindiğim bir tema. Bu, Zamanlama’da yok ama Yanımda Yanında ve Sandalyemi Tutmayın’da ağır basıyor biraz. Ha bir de Sandalyemi Tutmayın’da 20’li yaşların yanlış tarafında olmanın getirdiği varoluşsal sorgulamalar ve sancılar da var.
Yanlış taraf dediğin?
25-30 arası 20’lerin yanlış tarafı. Öteki tarafta olmak istersin ya.
Öteki tarafta olduğum için bilmiyormuşum. Ve hala Yanımda Yanında’yı anlattığın yerdeyim, çok hoşuma gitti. Peki Berk, sen kimlerden, nelerden ilham alıyorsun?
Kronolojik olarak gideyim. Ben 10. sınıfta bir Red Hot Chili Peppers videosuna denk geldim. Live At Slane Castle diye bir konser videosu. Benim izlediğim By The Way şarkısının canlı performansıydı. John Frusciante kovboy gömleğini giymiş delice bir şeyler çalıyor. Sonra melek gibi back vokal yapıyor, inanamıyorum. O konser önerilenler kısmında akmaya devam etti. Ben böyle muhtemelen ağzım açık, gözlerim fal taşı gibi, 1 saatten fazla hiç kımıldamadan ekrana baktım. Sonra “Ben bu adam olacağım.” dedim (gülüyoruz). Şu an düşününce tabi çok komik geliyor, yani çok üzücü bir hayatım olurdu sürekli Frusciante’yi taklit etmeye çalışan, sadece gitar çalan birisi olsam. Sadece gitar çalan birinin hayatı çok üzücü olur anlamında değil tabi (gülüyoruz) birini taklit etmek çok üzücü. Potansiyeline yazık yani. Neyse gitar çalmaya ve şarkı söylemeye başladım o dönem.
Frusciante ve RHCP dışında çok etkilendiğim, üniversite zamanlarında Tame Impala oldu. O yepyeni bir songwriting yaklaşımı, armoni yaklaşımı getirdi bana. Bu arada benim popçu bir geçmişim var. Şarkılarımda ne kadar belli oluyor bilmiyorum ama ben müzik dinlemeye Justin Timberlake şarkılarıyla başladım. Her şarkısını ezbere söylerim hala. Sonra pop yerini yavaş yavaş rocka bıraktı. Lisede herkesin full Arctic Monkeys, Kasabian, RHCP dinlediği bir dönem olur ya ben de o döneme geçtim. Sonra Tame Impala gibi birazcık daha indie, alternatif tarza yöneldim.
Mosquito’ya girdikten sonra, Mert ve Sinan diye iki arkadaşım vardı, onlar deli gibi Radiohead dinliyorlardı. Ben de Radiohead’in sadece hitlerini biliyordum. Çok geç geliyor insanlara ama 2017’de çok fena Radiohead’e sardım ben de. Hayatım kaydı (gülüyoruz). Ama müzikle ilgili inanılmaz ufkum genişledi. Zaten Thom Yorke’la Jonny Greenwood’un dehaları ortada. Bir de beş adamın egolarını kapıda bırakıp bir araya gelerek sadece müziğe hizmet etmeleri müthiş bir şey. Ed O’Brien’dan özellikle onu öğrendim. Sadece içinde bulunduğu mekanizmaya, şarkıya hizmet eden bir adam. Bazen hiçbir şey yapmıyor, bazen eline bir yumurta veriyorlar onu çalıyor ve onu da keyifle yapıyor. Çok fazla şey öğrendim kesinlikle Radiohead’den. Ondan sonra yine çok geç bir zamanda The Strokes’a sardım. Kesinlikle lisede sarmam gereken bir grupmuş. Julian Casablancas inanılmaz bir şarkı yazarı. O, çok ilham aldığım, aşırı sevdiğim bir adam.
BADBADNOTGOOD diye Torontolu bir grup var, jazz fusion hiphop gibi bir tarzları var. Bir ara Sinan’la ikimiz o gruba çok fena düştük. Oradan da caz dinlemeye başladım. Ve klasik, oldschool caz eserlerine ve sanatçılarına düşmeye başladım. Öncesinde herkesin bildiği kadar caz biliyordum. Ama sonra cidden derinine inmeye başladım. Bu, piyano çalmaya başladığım döneme denk geldi, 2018 sonları gibi. Piyano çalmaya başlamam, dinlediğim kişilerin de değişmeye başlamasıyla müziğe yaklaşımım bayağı değişti. Çünkü gitar ana silahımken, yaptığım her şey ona bağlı ve onunla sınırlıyken, kendime yepyeni bir yol açmış oldum. Ve şimdi yaptığım her şey çok fresh geliyor bana. Binlerce kez yapılmış şeyler olsa bile benim için çok yeni. Ve bu beni motive ediyor, yeni şeyler denemeye kamçılıyor. Yeni akor şekilleri, yeni ritmik fikirler ve klavye tonlarının sonsuzluğu, kesinlikle üretimimi aşırı etkiledi ve hızlandırdı.
Kişisel ilhamlara dönecek olursam 2017’de Puma Blue ve River Tiber benim estetik algımı, prodüksiyon algımı inanılmaz değiştirdi. Puma Blue o kadar çok etkilemedi ama çok seviyorum. Aynı döneme denk geldiği için ondan bahsettim. River Tiber, Torontolu bir producer. Ve onun için ayrı bir röportaj yapmamız gerekir, öyle bir seviyede etkiledi beni. Genç bir müzisyen ve underrated bir genius. Her şarkıya yaklaşımı, vokal katmanları, prodüksiyon fikirleri inanılmaz bir adam. Aktif olarak müzik yaptığım döneme denk geldiği için belki Frusciante’den Radiohead’den bile fazla beni etkilemiş olabilir. En büyük ilham kaynaklarımdan birisi kesinlikle. Bir de bu sene RHCP albüm çıkardı, Frusciante geri döndü. Ben Bratislava’ya konserlerine gittim, en önden izledim. RHCP aşkım bu sene geri döndü kesinlikle. O kadar da dinlemiyordum aslında liseden beri. Genel olarak sürekli dinlediğim isimler bunlar.
Aslında ileride soracaktım ama sen konuyu açmışken sorayım, RHCP’nin son albümünü sevdin mi?
Geçtiğim şarkılar var. Bununla birlikte hem nostalji duygusu hem de Frusciante’nin geri dönmüş olması, onu back vokal yaparken, sololar atarken dinlemek kesinlikle tarafsız bir karar vermemin önüne geçiyordur. Aslında sevdim ama kesinlikle Stadium Arcadium’un, By The Way’in, Californication’ın arkasında bir albüm. Hatta ve hatta The Getaway albümünün… Yani yakınlar. Belki bu Frusciante faktöründen biraz daha üsttedir ama aynı kalitede albümler bence. Şimdi gelecek olan çok daha iyidir gibi hissediyorum. Albümde inanılmaz şarkılar var bu arada; ama ilk single albümün neredeyse en iyi şarkısı. O biraz üzücü. Ben onu dinleyince “Bu singlesa neler neler geliyor!” diye düşünmüştüm ama çok da öyle olmadı.
Kid B ile ilgili de sorularım var. Öncelikle Meaning Be Longing’in başındaki konuşma nedir?
O, Frusciante. Yaratıcı süreçten ve evrende bir gücün onun yaratıcı sürecini nasıl etkilediğinden bahsettiği çok sevdiğim bir röportajından bir kesit. Aslında 45 dakikalık bir röportaj ve John da çok kekeleyen biri. O yüzden benim koyduğum kısmı hiç dokunmadan koysaydım şarkının yarısına kadar o cümle sürebilirdi. Ben sözlerini birbirine yakınlaştırıp güzel bir sample olarak şarkının başına koydum.
İnsanlara bir tık cheesy gelebileceğini anlıyorum, hatta belki cringe. Ama benim ilk solo şarkımın Frusciante’nin yaratıcılık üzerine söylediği birkaç cümleyle başlaması bana çok güzel geldi. Ve ona da selam vermek gibi de hissettim. Pişman değilim; ama öyle düşünenleri de anlarım. Ama umrumda da değil açıkçası, bence çok tatlı (gülüyoruz). Çünkü bir insanın müziğe, üretmeye başlamasına ilham olmak çok büyük bir olay. O, farkında olmasa da belki binlerce insanda böyle bir etkisi olmuş biri. Belki asla tanışıp bireysel olarak teşekkür edemeyeceğim; ama bu şekilde bir teşekkür etmek istedim. Onun bende yeri apayrı. Bana yeni bir dünya verdi. Hayata yeni bir bakış açısı hatta hayatın içinde yepyeni bir evren…
Neden Türkçe’ye döndün? İngilizce yaratmak daha avantajlı değil miydi uluslararası düşündüğünde?
Uluslararası düşündüğümde kesinlikle öyledir. Ama zaten kafamda ne daha avantajlı, ne daha çok insana ulaşır gibi bir düşünce yoktu. Ben sadece İngilizce söz yazabiliyordum çünkü sadece İngilizce müzik dinliyordum. Türkçe müzik, hayatıma son 5 senede girdi ve ne kadar girdiği de tartışılır. Şu anda bile sadece arkadaşlarımın yaptığı Türkçe müzikleri dinliyorum. İsteyerek, severek dinlediğim ve arkadaşım olmayan birkaç Türk isim aklıma geliyor. Mesela Aga B’nin işlerini çok kaliteli buluyorum. Belki işlerimden çok fark edilmiyordur ama hip hop severim. Aga B özgün, otantik ve bir şeyleri taklit etmeden bir şeyler üreten bir rapçi.
Onun dışında Büyük Ev Ablukada… Çok iyi şarkıları var baya iyiler gerçi bence overrated biraz. Ama Bartu Küçükçağlayan da Türkiye’deki en iyi söz yazarı bence. Çok acayip bir karakter. Ama Büyük Ev Ablukada kesinlikle overrated yani söylemeden geçemeyeceğim (gülüyoruz). Tamam çok güzel bir biçimde sunuyorlar ben de seviyorum, adam inanılmaz karakteristik vesaire; ama biraz sakin olun yani neler yapıyor insanlar. Mesela Geeva Fleeva diye bir grup var, öyle şeyleri abartın, diyorum içimden. Biraz müzik elitisti, müzik faşisti bir tarafım var, onu ben bayağı bastırıyordum da şimdi bir anda çıktı, özür dilerim. (Gülüyoruz)
Bence Türkiye’de cidden çok yanlış şeyler abartılıp baş tacı yapılıyor. Bu, onların kötü olduğu anlamına gelmiyor kesinlikle; ama bence birçok kişi gelmesi gereken yere gelemiyor. Neyse soruya geri döneyim, İngilizce söz yazabiliyordum. Zaten çocukluktan beri İngilizce’ye ilgim var. Genel olarak dilbilimlerine ilgim var. Ve İngilizce iyi yazdığımı da düşünüyorum. Sonra dediğim gibi pandemi döneminde elime gitarı aldım, baktım Türkçe bir şeyler mırıldanıyorum. Üstüne gideyim dedikçe ortaya bir şeyler çıkmaya başladı. O dönem arkadaşlarımın da çok etkisi oldu işte Aytuğ (Mavi Zebra), Sinan (Sinanılmaz), Mert (Mert Avcı), Adakanbo… Herkes Türkçe solo projeleriyle çat çat müzik üretmeye başladı. Onlardan ayrı, alakasız bir yerdeymişim gibi hissettim. Türkçe yazabildiğimi de fark edince ve işine saygı duyduğum insanlar güzel yaptığımı söyleyince buradan devam etmeye karar verdim.
Tabi ki İngilizce olması uluslararası potansiyelini etkiler ama belki de lokal olmayı istedim. Pişman değilim çünkü kendi dilimde kendimi ifade etmek güzel bir deneyim. Bu konuda çabalamak bir challenge oldu benim için de. Kendi dilimde olanın challenge olması çok garipti, evet. Ama giderek yazdığım şeylerin daha az üstünü çizmeye başladım, giderek daha az cringe gelmeye başladı. O süreç de çok keyifliydi açıkçası. Bu gelişim hem müzik için hem sözler için geçerli. Önceden şarkıları 6 dakika yapıp 3-4 dakikaya indirirken şimdi direkt kısıtlı sürelerde istediğim şeyleri anlatmayı başarıyorum. Söz yazmakta da bu giderek böyle olmaya başladı. Her şarkı bir öncekinden daha rafine ve yapmak istediğimi daha iyi yansıtıyor. Bu da çok hoşuma gidiyor.
Peki Türkçe söz yazma konusunda sana ilham veren birileri oldu mu? Çünkü iyi yazıyorsun ve bu direkt kendiliğinden mi oldu yoksa bir backgroundu var mı merak ettim.
Öncelikle teşekkür ederim. Sözlerimin çoğu benim yaşadığım şeylerden çıkıyor. Kafamdan geçen şeyleri daha güzel ve bir müzikle birlikte nasıl söylerim şeklinde düşünüp yazıyorum. Ama onun dışında biraz yorumlayarak çevirip değiştirdiğim sözler de var. Mesela ben F. Scott Fitzgerald’ı çok severim. Sandalyemi Tutmayın’ın başındaki “Kovalayanlar kaçanlar ve yorgunlar” kısmının “Kovalayanlar, kaçanlar” kısmı onun bir sözüne gönderme. Hoşuma giden kelime kalıplarını çevirerek yorumladığım sözler oluyor. Çevirmen kişiliğimden faydalanmış oluyorum müziğimde. Ama genel olarak şarkılarım, yaşadığım anlardan kalan, sürekli aklımda yankılanan cümleler ve onların kafiyeli halleri gibi.
Berkcavdar şarkıların Kid B şarkılarından daha karanlıkmış gibi geliyor bana. Sanki California’dan Ankara’ya taşınmışsın gibi. Bu şarkıları farklı personalara ait gibi mi yarattın?
Biraz uzun bir cevap olacak. Bence bugüne kadar yazdığım en karanlık şarkı Emptiness Repeat. Kid B’nin ikinci teklisi. Karantinada Bursa’da sadece eski akustik gitarımla ve iPhone kulaklığıyla kaydettim. Sözleri de Radiohead’e düştüm hayatım kaydı dediğim dönemden. Cümlesi cümlesine gerçekten hissettiğim, oldukça melankolik bir şarkı. Onun dışında Meaning Be Longing, Dünya üzerindeki hayatın kronolojik bir hikayesi gibi. Sözlerden de biraz anlaşılıyor ama müziği tamamen onun üstüne kurguladım. Daha akustik ve tam form almamış, daha abstract şeylerden, daha sistematik, sonradan synthesizerların ağır bastığı bir şeye dönüşüyor. Hayatın suda başlayıp karaya çıkması, karada medeniyetlerin oluşmasına ilerleyip endüstri çağının gelmesi, internet vs. sembolize eden bir yapısı var. Nötr bir hikaye anlatan bir şarkı, onu karanlık diye tanımlamam.
Todos Son Mental diğerlerinden inanılmaz farklı, içinde reggae ve hip hop barındıran bir şarkı. İçine dalmaya çalıştığım endüstrinin yozlaşmışlığı, bu yozlaşmışlığın seksiliği ve içinde neler olduğunu bilmene rağmen uzak kalamaman; çünkü cazibesiyle seni etkilemesinden bahseden bir şarkı. Hareketli bir yaz şarkısı aslında, kapağı da öyle.
Gelelim berkcavdar’lara… Zamanlama’nın karanlık bir tarafı olduğunu düşünmüyorum. Yani bir şarkıyı beş bin kişi dinliyorsa bana beş bin farklı fikirle geri dönebilirler ve bu çok güzel. Ama benim üretiminde yola çıktığım ve hala dinlediğimde arada bir hissettirdiği şey karanlık duygular değil. Daha çok şanssızlık ve denk gelememekle ilgili. “Demek böyle olması gerekiyormuş” duygusu üzerinden bir iç dökme aslında. Yanımda Yanında biraz karanlık, onu kabul ediyorum. Hem coğrafi koşulların getirdiği umutsuzluklara kapılmanın yüzünden, hem de seni evinde hissettirecek o kişiye kavuşamamanın getirdiği karamsarlıktan gelen bir karanlığı var.
Sandalyemi Tutmayın Geri Döner Miyim Bilmiyorum sarkastik olarak karanlık bir şarkı. Artık her durumla, savunma mekanizması olarak geliştirmiş olsam da, alay edebiliyorum. Bu zaten biraz bizim jenerasyona özgü bir şey oldu. O kadar çok şey yaşadık, kafamıza her gün o kadar kötü haber atıldı ki her şeyle dalga geçmeye başladık. İlginç aslında, herkesin akıl hastası olduğu bir jenerasyona dönüştük. Dalga geçiyoruz her şeyle. Ağlayacağımıza gülüp her şey hakkında espri yapıyoruz falan.
Sandalyemi Tutmayın Geri Döner Miyim Bilmiyorum da Yanımda Yanında’da başlayan çekip gitme isteğiyle ilgili. O cümle de aslında yazlıktaki arkadaşlarımla yaşadığımız gecelerden kalan bir cümle olsa da kafamda oturttuğum metafor bambaşka. “Her an çekip gidebilirim ve geri dönmezsem üzerine çok da düşünmeyin. Emin olun orada daha mutluyum.” gibi bir başlık. Karanlık tarafları var ama zaten yani hayat öyle ya biraz. Onun için hem şarkıların içinde hem kafamın içinde karanlık düşünceler de var, umutlu düşünceler de. Umursamaz düşünceler de var toparlayamadığım kaotik anlar da var. Hepsini olduğu gibi yansıtmaya çalışıyorum. Kid B ile berkcavdar’ı kafamda ayrı ayrı sınıflandırmıyorum.
Peki senden neşeli bir şeyler dinleyebilecek miyiz Berk?
Evet. Şimdi çıkacak şarkım deniz, güneş, kumlar, dalgalar, kadehler gibi bir temanın etrafında dönüyor. Klibi de güzel, eğlenceli, turuncular, flamingo pembeleri, maviler, yeşiller içeren tatlış bir klip olacak. Ve kesinlikle dans edilebilir, eğlenceli ve içinde yine minicik bir berkcavdar karanlığı barındıran hareketli bir şarkı geliyor.
Soundcloud hesabını bugün keşfettim ve coverlarını sevdim. Cover yayınlamaya devam edecek misin?
Etmeyeceğim açıkçası. Yani bir şarkı gelir ve beni inanılmaz etkilerse belki yapabilirim. Yüzde yüz hayır diyeceğim bir şey değil. Cover yaptığım dönem daha çok solo projem için bir antrenman gibiydi. Prodüksiyon yapmayı cover yaparak öğrendim. Coverları orijinaline olabildiği kadar yakın yaparak sound structureları analiz etmeyi ve gözlemlemeyi öğrendim. Ve biraz reverse engeneering denilen şeyi yaptım aslında. Bitmiş hali yayınlanmış zaten, onu geri geri takip ederek üretim sürecinde nasıl düşünce akışlarının gerçekleştiğini bulmaya çalıştım. Bence bir şarkı yazarı olarak beni bayağı bir geliştirdi o süreç. Ama şimdi ona ayıracağım her saniyeyi yeni bir beste yapmaya veya olan besteleri geliştirmeye ayırmayı tercih ediyorum.
Şimdi küçük küçük coverlar yapıyorum Instagram’da. Bir anda piyanonun başına geçip story veya reels atıyorum. Ama öyle prodüksiyonlu full şarkı cover yapacağımı sanmam. En son Daft Punk dağılma kararını açıkladı ya, büyük bir olay olduğu için ona bir istisna yaptım, hemen bir Daft Punk coverı patlattım. O tarz bir şeyin olması lazım.
Şarkılarında retro bir vibe da var. Mesela Zamanlama’nın baslarında. Sen 60’larda 70’lerde mi müzik yapmak isterdin yoksa senin için doğru zaman şu an mı?
Ben bulunduğum dönemin getirdiği kolaylıklardan, sunduğu şartlardan memnunum. Dünyanın her yerinden binlerce çeşit müziğe erişimim var ve her yerden ilham alabiliyorum. Bu güzel bir durum. Ama biraz duygusal ve eğlenceli bir cevap verecek olursam, tam The Strokes’un patladığı dönemde, 2000’lerin başında 17-18 yaşlarında New York’ta yaşayan bir genç olmayı, o akıma dahil olmayı aşırı isterdim.
Sosyal medya platformlarını kullanmak artık zorunluluk oldu. Özellikle network oluşturmak için. Biz bugün çok fazla değişim ve hayatın akışı üzerine konuştuk. Hayatın normal akışında biriyle tanışırsın, onunla yaşayacağını yaşarsın ve geride kalır. Hayatının kalanında onun hayatıyla ilgili sürekli güncellemeler almazsın ve bu sağlıklı bir durum. Ama sosyal medya ve insan biriktirme mantığı bunu engelliyor. Yani ilkokul arkadaşının falan hala ne yaptığını öğrenebiliyorsun ve buna gerek var mı emin değilim. Bu, senin için baş etmesi zor bir durum mu yoksa seni çok da etkilemiyor mu?
Güzel bir konuya zıpladık bir anda, hoşuma gitti. Ben Instagram’ı biraz “gerçek hayatta aslında böyle ve daha sağlıklı” dediğin şekilde kullanıyorum. Tabi ki insanları kıracak, incitecek hareketler yapıyorum değil; ama orası gerçek değil benim için. Ve müzik yapıyor olmasam kesinlikle kullanmam. Hayatımdan çıkmış olan veya alakasız hissettiğim insanları orada tutmuyorum. Dediğin gibi bir şeyler yaşanmış bitmişse ve birbirimizi görmek ikimize de iyi gelmiyorsa çıkartıyorum. Benim için baş etmesi güç tek tarafı reelslara gereğinden fazla vakit harcamam. Çok timelinea storylere düşen biri değilim ama bazen reelslara bir düşüyorum… Davulla ilgili bir şeyden girip Kobe Bryant’ın smacından çıkıyorum. Bu sırada yarım saat geçmiş oluyor ben anlamadan.
Konser planın var mı?
Birkaç şarkı daha birikmesini bekliyorum. Belki 2 cover da ekleyip 10 şarkı olduğunda konser vermeyi düşünebilirim. Her şeyi canlı çalmak istiyorum, altyapıyla çalmak istemiyorum. Bunun için doğru insanların bir araya gelmesi gerekiyor, bir ekip toparlamak istiyorum. Türkiye’de bu ara denk geldiğim lokal sanatçıların sahnelerinde ciddi bir canlı öge eksikliği var. Bazen her şeyi altyapıdan çalıyorlar, sanki çıkıp üstüne karaoke yapıyormuş gibi. Altyapı harika olsa da benim canlı müzikten beklediğim şey o değil.
Ben stüdyoda yaptığım müzikte, dinlemeyi seveceğim şeyleri ortaya koyuyorum. Canlı müzikte de aynısını yapmaya çalışacağım. Her şeyin canlı olduğu, yetenekli müzisyenlerin bir araya geldiği ve oradaki insanların enerjisiyle bambaşka bir boyuta ulaşan bir ortam oluşturmak istiyorum. Mesela bu konuda Tame Impala çok hoşuma gidiyor. Özellikle Currents albümünü dinleyince “Bunu nasıl canlı çalacaklar?” diyorsun ama yapıyorlar. Sahneye bir çıkıyorlar birinin önünde 8 tane synthesizer var elinde gitar var, davullar live inanılmaz soundlar elde edilmiş, Kevin Parker’ın vokal efektleri falan neredeyse stüdyo kayıtlarıyla aynı. Canlı müziğin o şekilde sunulması çok hoşuma gidiyor. Ben de öyle yapmak istiyorum. İki kişi sahneye çıkıp arkaya bilgisayardan davul açıp Guitar Hero gibi takılmak istemiyorum (gülüyoruz). Onun için beni canlı dinlemek isteyenleri biraz bekleteceğim maalesef.
Piyano session, küçük akustik session gibi şeyler olabilir tabi ki. Hatta olmasını isterim. Arkadaşım Sude çok ısrar etti bu konuda ve haklı. Komik bir an oldu, biz Foça’ya tatile gittik. Yemeğe çıkmıştık ve orada canlı müzik yapılıyordu. Bir müzisyen vardı, bütün Türkçe popu biliyordu adam. Bütün gece çaldı. Bizim masamızla da adamın oturduğu yer çok yakındı, şarkı aralarında sohbete başlandı. Bizim masada da iki tane müzisyen var, dediler. O da bize “Gelin çalın!” falan dedi. Ben şarkılarımın akustik versiyonlarını hiç yapmadım. O an hazırlıksız yakalanınca bir tık eksik hissettim. Şarkılarımın akustik versiyonları da olsa güzel olurdu diye düşündüm. Bu nedenle şu ana kadar çıkanların akustik versiyonlarını yapmayı planlamaya başladım. Onları belki live session olarak Youtube’a koyarım.
Son zamanlarda kimleri dinliyorsun?
JID’nin yeni albümü çıktı, The Forever Story. Bunda bayağı beğendiğim şarkılar oldu. Shayhan diye biri var. Benim gibi, yani “akustik gitar adam” değil de her şeyi kendi yazıp söylüyor ve grupmuş gibi iyi prodüksiyonla sunuyor. Omar Apollo’nun son albümünde tatlı şarkılar var. Foça’da tatildeyken o yaz hislerini yaşatan bir albüm buldum, Sam Wills’in Breathe albümü. Çok güzel bir albüm, tavsiye ediyorum. Men I Trust’ın son şarkılarını çok sevdim. Konserlerine bilet aldım, ekimde gideceğim çok heyecanlıyım. Ne kadar hissediliyor bilmiyorum ama ben berkcavdar’da neosoul R&B hissiyatı vermeye çalışıyorum onun da en büyük ilham kaynaklarından biri Daniel Caesar. O da Kanadalı. Hatta BADBADNOTGOOD’la ve River Tiber’la da şarkıları var. Bayağı yetenekli biri. Onu da dinliyorum bu ara.
Satın aldığın ilk albümü hatırlıyor musun?
Athena’nın Her Şey Yolunda albümü. Yeşil bir kaseti vardı.
Unutamadığın bir konser var mı?
Çok yakın bir zamanda oldu, yüz yıl geçse de unutamam herhalde. Çünkü John Frusciante’yi en önden izledim. RHCP konseri inanılmazdı. Bence RHCP’yi bu kadar dinlememiş biri bile şok olurdu, o kadar iyi bir konserdi. Onun dışında 2015’in sonu veya 2016’da Brüksel’de Tame Impala’ya gitmiştim. O da inanılmaz bir konserdi. 2013’te Rock’n Coke’ta Arctic Monkeys’i en önden izledim. Belki o kadar iyi çalmamışlardır, hatırlamıyorum ama genel olarak çok iyi çalıyorlar. Alex Turner’ın hayatında bir kere detone olduğunu duymadım ben. Adam makine gibi şarkı söylüyor. Bir de Justin Timberlake’i izledim, Bilgi Üniversitesi’ne gelmişti. Bunlar güzel konserlerdi. Gitmek istediğim, listemde olan konserler de… Radiohead. Kesinlikle izlemek istiyorum ama galiba dağıldılar. The Strokes’u izlemeyi çok isterim. Foo Fighters’ı da izlemek isterim. Çok dinliyordum bir ara, rockçı olduğumda (gülüyoruz).
Tekrar tekrar izlediğin bir film var mı?
Var. Yüzüklerin Efendisi serisi. Çocukken her gün izlediğim delice bir dönem vardı. Sonra üniversitede dersten çıkıp odama geldiğimde sahneler açarak izlediğim bir dönem oldu. Şimdi normale döndüm, artık senede bir cuma-cumartesi-pazar, her gece bir film olmak üzere maraton yapıyorum. Toplamda her filmi kaç defa izlemişimdir bilmiyorum. Onun dışında The Departed’ı çok severim. Inglorious Basterds’ı haftada bir izlesem sıkılmam muhtemelen.
Yüzüklerin Efendisi’ni rehabilitasyon süreci gibi anlatman komik.
Evet bağımlılık gibi bir şeydi çünkü. Yavaş yavaş sistemimden atmam gerekiyordu. Gerçi şimdi de dizisi başladı… Bu yıl berkcavdar olmak için harika bir sene. John Frusciante geri döndü, RHCP bir albüm çıkarttı, diğer albüm kasımda çıkıyor. Ben onları en önden izledim. Yüzüklerin Efendisi dizisi çıktı. Game of Thrones’un diğer hikayesi House of Dragons çıktı. Şarkılarım çıkıyor. Harika bir yıl oldu. Ve daha yarısını yeni geçirdik, çok mutluyum.
En sevdiğin Batman hangisi?
En sevdiğim Batman Robert Pattinson oldu ama en sevdiğim Bruce Wayne hala Christian Bale. Kostüm tasarımı açısından Robert Pattinson’ınki gördüğüm en güzel Batman kostümü. Dövüşme sahneleri çok iyi. Çok iyi koreografi yapmışlar. Bunun dışında adamın vücut dili çok iyi ve ses tonuna da bayıldım. Ama Christian Bale bence daha iyi bir Bruce Wayne’di. Çünkü o Bruce Wayne daha olgunlaşmış, o playboy ve businessman rolüne daha iyi bürünmüş daha iyi numara yapan bir Bruce Wayne. Belki Robert Pattinson’ın daha Tenet’teki karakterine yakın bir Bruce Wayne görürsek sonraki filmde, tadından yenmez yani. Çok iyi filmdi bu arada Batman ama kötü bitti. İlk yarısı mükemmeldi. İkinci kısmı, o su basma planı, son dövüş falan biraz hayal kırıklığıydı. Neyse ama Robert Pattinson’ın Batman’i çok iyi. Ama Zoe Krawitz’in Catwoman’ı daha da iyi. Söylemeden geçemeyeceğim. (Gülüyoruz)
Çok sevdiğin yazarlar var mı?
Scott Fitzgerald’a bayılırım, mükemmel bir yazar. Çok seviyorum tarzını, düz yazılarını. İnanılmaz şiirsel bir dili de var, o yüzden düz yazı kısmını vurguladım. Zaten şair de olabilecek bir adam. Roman ve kısa öyküler yazmasına rağmen aşırı poetik bir dili var. Tasvirleri o kadar iyi ki… Odaları, yüzleri öyle bir anlatışı var ki okurken büyüleniyorum. Onun dışında zaten fark etmişsindir geek, nerd bir tarafım var çocukluktan beri. Tolkien’in bütün eserlerine hastayım. Öyle biri bir daha dünyaya gelmez. Game of Thrones’un tüm kitaplarını okudum. Tolkien’den sonra en sevdiğim fantastik edebiyatçı muhtemelen George R. R. Martin’dir.
5 yıldır falan istediğim kadar kitap okuyamıyorum ama. Biraz işimden dolayı. Zaten bütün gün çeviriler, redaksiyon, editing yaptığım, sürekli ekrana baktığım için tatilde değilsem gün bittiğinde kitap okuyup kelimelere bakacak mental motivasyonu ve gücü bulamıyorum kendimde. Genelde günün sonunda kafamı beyaz duvarlara çevirdiğimde kelimeler görecek seviyeye gelmiş oluyorum. Ama bir listem var, klasiklerde eksiklerim var özellikle onları tamamlamaya başladım.
Mesela geçen sene Cesur Yeni Dünya’yı ilk kez okudum. Aslında bir tarafım bunları iyi ki bu yaşında okumuşsun diyor. Çünkü kapsamlı olarak anlayacağım bir yaştayım artık. 1984’ü falan çok geç okudum, 3 sene önce okudum. Herkesin lisede okuyup politik triplere girdiği dönem var ya ben o sırada daha çok Yüzüklerin Efendisi dünyasında falan takıldım. Moby Dick okudum bu sene. Klişe klasiklere yan gözle bakma huyum yoktu zaten ama bu eserlerin neden insanların kafasında yüksek raflara konulduğunu daha iyi anladım. Geç kalmışlık hissi olmadı o nedenle. Her fikri her satırı tam olarak anlayabiliyorum şu an. Ama son 5 senedir genelde film ve dizi ile dolduruyorum boş vakitlerimi.
O zaman en sevdiğin yönetmenler kimler, diye sorayım.
Martin Scorsese, 1 numaram kesinlikle. Denis Villeneuve. Christopher Nolan, çok severim. Şimdi bir akım başladı Christopher Nolan’ı sevmeyi cool bulmama, kesinlikle anlamıyorum ve katılmıyorum. Bir de Quentin Tarantino ve Paul Thomas Anderson’ı çok severim.
Benim sorularım burada bitiyor. Cevapların için çok teşekkür ederim Berk. Umarım senin için keyifli bir röportaj olmuştur.
Ben teşekkür ederim, çok güzel sorulardı. Gerçekten çok keyif aldım.
Berkcavdar’ı Twitter ve Instagram’dan takip edebilirsiniz.