11 Kasım’da ilk solo albümü Sadece Bir Rüya’yı yayınlayan Sezer Koç ile çok keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.
Sezer Koç ile röportaj yapma fikri, Su’yu yayınlandığı gece ilk kez dinlediğimde oluşmuştu. O şarkıyı dinlediğimden beri Sezer’in solo yolcuğunu merakla ve heyecanla takip ediyorum. Sorularıma cevap verirken ne kadar gerçekçi biri olduğunu görsem de ben Sezer’in her yeni parçasında gerçek olamayacak kadar güzel ve huzurlu olan yerlere gitttiğimi hissediyorum. Karakteristik gitar riffleri, hayattan ilham alırken hayaller kurduran sözleri ve dinleyenin kendisinden bir şeyler eklemesine alan bırakan yazım tarzıyla tanıdık ve güvenli bir evren yaratan Sezer, şimdi de Sadece Bir Rüya ile müzikal evrenine bir kilometre taşı daha eklemiş oldu. Ben de bunu fırsat bilerek 2 senedir sabırsızlıkla sormayı beklediğim tüm sorularımı sordum. Sezer’in içtenlikle cevaplar verdiği röportajımızda Sezer’in solo kariyeri, ilk albümü, müziğe ve hayata bakışı ve daha birçok konu üzerine konuştuk. Başından sonuna gülümseyerek okuyacağınız bu güzel röportajla sizleri baş başa bırakıyor, keyifli okumalar diliyorum.
Hoş geldin Sezer. Nasılsın?
Hoş buldum, iyiyim. Sen nasılsın?
Ben de iyiyim teşekkür ederim. İlk albümün Sadece Bir Rüya 11 Kasım’da yayınlandı. Nasıl hissediyorsun şu an?
Çok rahat hissediyorum. Çünkü benim için biraz zor geçti tüm süreç. Bu senenin başında karar verdim bir albüm yapmaya. O zamana kadar 7 single’ım vardı. Bu arada, ben artık albümün gücüne inanmıyorum. Yani o 1 senede 20 single çıkaranlar haklılar çünkü algoritma öyle çalışıyor. Ama bir tane albümümün olmasını istedim.
Aslında ocakta albümünün %80’ini bitirmiştim ama işte sonrası beklediğim kadar kolay olmadı. Çünkü iş, şarkıları yapmakla bitmiyor. Bunu kaydediyorsun, mix’e gidiyor, master’a gidiyor. Sound design yapıyorsun, bütün sesleri tasarlıyorsun falan… Bunların hepsi de ayrı motivasyon isteyen işler. İşin edit kısmını bile ben yapıyorum. Davulundan tut gitarına, vokaline onların editlerini ben yapıyorum. Böyle olunca da beklediğimden çok uzun sürdü. Hatta, albümün birincil hit adayı Saat On İki’de şey diyor “Gel yanıma uzan, bu dalgalar kıyıya vurur” benim hayalimde bu şarkı yazın çıkacaktı. Tabii ki yaza yetişemedi. Ama olsun, böyle olması gerekiyormuş demek ki. Genel olarak da çok iyi hissediyorum. Çok ciddi bir yük kalktı üstümden.
Neden albümün adı Sadece Bir Rüya?
Miyazaki’nin bir animesinde geçiyordu “Sadece Bir Rüya”, gördüğüm anda aşık olmuştum. Anlam olarak da oturdu. Albümün öyle bir hissi olduğunu düşünüyorum zaten. Benim için çok büyük bir şey bütün bu serüven. Ama bir dinleyici için de bu sadece bir rüya olmalı. Baştan sona 7 parçayı dinleyip hayatına devam ettiği…
Güzel bir isim gerçekten. Peki albümün hazırlıkları için Kırklareli’ne gitmişsin. Neden oraya gittin, orada neler yaptın, nasıl geçti o süreç?
Albüm için İstanbul’un kaosunda focus yakalamak zor görünüyordu. Kırklareli’nde de ailemin evi var. Ben de bütün ekipmanı toplayıp oraya gittim. Bu arada ne olacağına dair hiçbir fikrim yoktu. Yani oraya gidip o moda giremeyebilirdim ve belki 1-2 şarkı üretip dönebilirdim de. Ama her şey çok yolunda gitti. Oradaki atmosfer çok güzeldi. Ocak ayıydı, kar yağıyordu sürekli ve şehir merkezinden uzak bir yerdeydim. Doğru oldu yani. O kadar doğru oldu ki The Away Days’in albümünü tamamlamak için de 2 haftalığına gittim. Yani The Away Days’e de dokunmuş olacak orası. Ben oradaki o odaklanma seviyesini tattıktan sonra büyük ihtimalle bir daha İstanbul’da bir şey üretmeyeceğim. Bu iş tamamen odak işi. Ne kadar iyi odaklanabilirsen o kadar derin sözler, güzel melodiler çıkıyor. Şarkılarda yaptığın aranjeler o kadar iyi tınlıyor. O yüzden de böyle bir inzivaya çekilmek iyi oluyor.
Tam olarak “İnzivaya mı çekilmiştin, orada hiç dışarı çıkmıyor muydun?” demeyi planlıyordum. O kelimeyi kullanman hoş oldu.
Bir detay söyleyeyim o zaman. Orada 5 hafta geçirdim ben. Oradayken telefonumun faturasını ödememişim. Mesaj gelmiş, onu da görmemişim. 5 haftanın tam ortasında telefonum kapandı ve faturayı ödeyip geri açmadım. Oradaki zamanımın yarısını da telefonsuz geçirdim. Evin karşısında bir cafe vardı. Günde 1-2 defa oraya gidiyordum, acil bir şey var mı diye wifi’a bağlanıyordum. Sonra geri dönüp şarkılara devam ediyordum.
Günlük planın belli miydi? Yoksa her şeyi akışa mı bırakmıştın?
Hedefim direkt albümdü. Albüm de Spotify’ın gerekliliklerine göre minimum 7 parça oluyor. 6 olduğu zaman EP olarak görülüyor. Ben de Spotify’da albüm olarak görülmesini istediğim için hedefim minimum 7 şarkıydı. 6 şarkıyı neredeyse tamamen üretmiştim. Sadece, Lambalarda Histeri, çok primitif bir haldeydi. Elimde bir tek girişi vardı. Nakaratı, sözleri, hiçbir şeyi yoktu. O şarkıya “albüm doldurma şarkısı” olarak bakıyordum. Çünkü 7 yapmak için sonradan ekledim. Ama şarkı öyle garip yerlere gitti ki kayıt aşamasında… En sevdiğim 2-3 parçadan biri oldu.
Sevindim buna çünkü o şarkı o kadar güzel ki… Benim albümde en sevdiğim iki şarkıdan biri o. Peki tüm şarkıları orada mı yazdın?
Aralarında benim The Away Days zamanından kalma demolarım da vardı, 2015’lerden. The Away Days’te bir türlü şarkı haline getiremediğimiz fikirler. 40-50 tane vardır öyle demo. Onları alıp şablonlar yaptım. Hangisi biter, hangisi bitmez, diye baktım. Çünkü orada kısıtlı bir zamanım vardı, tek kişiydim ve 1 ayda albüm yapmam gerekiyordu. Yani “Bir demoya odaklanacağım, gerekirse bununla 2 hafta uğraşacağım.” diyemezdim. O yüzden orada akan demoların üstüne gittim. Atıyorum 1-2 gün direttim, o fikri açmaya çalıştım. Mesela bir nakarat yapmaya çalıştım, yapamadım mı? O zaman “Bu demo açılmaya hazır değil demek ki, çok da zorlamaya gerek yok.” deyip başka demolara geçtim.
Yani oraya gittiğinde “Şu şu şu şarkıların üzerine çalışacağım.” diye belirlememiş miydin?
Hayır. 50 tane demoyla gittim, hangileri açılırsa onlar olacak diye. Bunlar açıldı. Hayat İzlerinde ve Gökkuşağı’nı sıfırdan başlayıp orada ikişer günden toplamda 4 günde bitirdim. Bu arada, bu süreler benim için inanılmaz hızlı. Normalde ben çok yavaş çalışıyorum. Mesela The Away Days’te en son Designed’ı yapmıştım. O klavye synthesizer melodisini bulmam, trafiğini oluşturmam vesaire uzun zaman almıştı. Ama işte bu bahsettiğim odaklanma gücü çok yüksek seviyelere geldiği zaman kendi standartlarımın çok üstünde, çok yüksek hızlarda beste üretebildim.
Bu albümde kimlerle çalıştın? Veya her şeyi sen mi yaptın?
Sadece davulları Bartu Özbatur çaldı. Tabi en başta davulları da ben yazıyorum; çünkü davulu yazamazsan ilerletemezsin. Demoda bir davul fikrinin olması lazım. Ama ben esasen davulcu değilim. Davulun başına geçtiğim zaman basit ritimler çalabilirim ama kaydedecek kadar iyi değilim. Bu nedenle benim demoda tasarladıklarımın üstüne Bartu’yla biraz kafa patlattık. Onun dışında ilk iki single’da Eylül back vokal yaptı. Öznur, keman çaldı. Yani kayıtta 3-5 arkadaşımla çalıştım. Mix’i de Orçun Ayata yaptı. Bunların dışında albümde müziğe dair ne duyuyorsan hepsini ben yazıp çizdim.
Az önce “İlk başta vokalin melodisini yazıyorum.” dedin. Şarkılarda kendini ifade etme konusunda beste yaparken gitarınla daha mı rahatsın o zaman?
Tabii ki. Ben küçükken kendimi vokal yaparken hayal etmiyordum, gitar çalarken hayal ediyordum. Özümde gitaristim. Ama solo yol da hoşuma gitti. Çünkü söz yazmak hem çok zor hem de çok keyifli bir süreç. Söz yazmakla da bitmiyor zaten. Çok iyi okuman gerekiyor onları. Yani işin teknik tarafı, detone sürtone olmamak bir yana, yazdığın şeyleri bir de doğru bir tavırla okuman lazım. Bayağı çetrefilli bir yolmuş. Ama dediğim gibi, sevdim bu vokal – frontman yolunu. Ve gitgide daha da geliştiğini düşünüyorum. Prodüksiyon tarafı, sound tarafı da oturuyor.
Ben bunu The Away Days’ten de ayrı tutmaya çalışıyorum. Daha temiz daha naif tınlayan şeyler yapıyorum. Mesela The Away Days’in daha agresif, daha görkemli bir soundu var. Ama solo şarkılarımda soundu daha sade tutmaya çalışıyorum. Çalışıyorum da değil aslında tamamen benden çıkanlar bunlar. The Away Days’te Can’la birleşince öyle şarkılar çıkıyor.
Albümünü dinleyicilerin merakla bekliyormuş. Yayınlandığı gün gördüm, herkes heyecanla paylaşıyordu.
Evet ben de bu kadar beklemiyordum. Paylaşılanların dışında bana ayrıca yazan da çok oldu.
Ne güzel! Ben de albüm haberini ilk verdiğin andan beri bir an önce çıkmasını istiyordum. Peki albümle ilgili geri dönüşler nasıldı?
Şu ana kadar beklediğimin üstünde dönüşler oldu. Beklediğimin derken, daha önce yayınladığım işlerde gelen feedbackler çok daha azdı. En yüksek feedbacki Su’da almıştım. Su çıktığı zaman çok fazla insan yazmıştı çok güzel parça diye. Ki o da sekmedi zaten, hâlâ en çok o dinleniyor. Su, açık ara en üstteydi hep. Bu albümde de İstasyon’la Duyuyor Musun’u çok fazla insan beğenmiş. Saat On İki zaten focus track, yani albümün odak parçası. İyi yani insanların feedbackleri. Ama bir yandan da şu kaç dinlenmiş falan diye işin içine sayılar çok karışınca su çok bulanıyor.
Bir de çok manipülatif bir alan orası. Spotify da Instagram gibi o konuda. Benim için bir şarkının dinlenip dinlenmediğiyle ilgili tek bir gösterge var. Konsere gidersin. Konser, yoğun duygularla geçiyorsa ve bir tık da kalabalıksa o kişi bayağı bir insana dokunmuş demektir. Benim tek kriterim o. Çünkü orada hiçbir manipülasyon yapamazsın. İnsanları sıcak evlerinden konser alanına getirtmek kolay değil. Hem de bu berbat ekonomik durumda. Çünkü bir konsere gitmek demek, bileti, yemesi, içmesi, taksisi derken iki kişi için 1000 TL’yi buluyor hatta geçiyor. Çılgın bir maliyet ve buna rağmen konsere gidiyorlarsa, o müziği seviyorlar demektir.
Saat On İki’ye çok tatlı bir klip çektiniz. Klip için kimlerle çalıştın?
Sırf klip değil bu arada, fotoğraflar, artwork’ler yani bu albümün tüm görsel dünyası Atıl Aggündüz’e ve ekibine ait. Klipler de onlardan geldi. Ben şu anda newcomer bir sanatçıyım ve elimizde çok büyük bir bütçe yok. Çok cüzi bir bütçeyle gayet tatlı işler çıkardık bence. Albüm artwork’ü, single artwork’leri, fotoğraf çekimleri, klip çekimleri falan… Cidden zor ve acayip maliyetli işler artık bunlar. Stüdyoyu kirala, kamera kirala falan uçtu gitti bütün maliyet kalemleri.
Peki albümdeki başka bir şarkıya klip çekmeyi düşünüyor musun?
Albüme başka klip çekmem herhalde. Şunu da söyleyeyim, ben, albüm yoluna giriyoruz diye klip yapalım dedim. Yoksa öyle klipçi biri değilim. Klip izlemem, izlendiğini de düşünmüyorum. Bir de insanlar yüzlerce bin lira para harcıyor, klip çekiyor ve YouTube’da 10 bin kişi izliyor. Girdisi ve çıktısı denk gibi gelmiyor bana.
Fiyat-performans olarak düşük diyebilir miyiz?
Evet çok düşük artık. Eskiden televizyonda yayınlanması için illa ki klibinin olması gerekiyordu. Sonuçta Dream TV’de artwork dönemez (gülüyoruz). Ya da orada lyric video çeviremezler. O zamanlarda zorunluluktu. Herkes klip çekiyordu mecburen. Ama artık öyle bir mecburiyet yok. Baktığın zaman Adamlar ya da Yüzyüzeyken Konuşuruz, kaç albümlü kaç single’lı gruplar ama totalde 2-3 klipleri var galiba ikisinin de. Ben de artık klibin gücüne çok inanmıyorum. Ben yaptığımız işlere bayıldım. İki klibim de çok içime sindi. Ama daha fazla klip çekmem bu albüme dair.
Ben klip severim aslında ama kimin çektiği de önemli tabi. Mesela The Away Days’in klipleri benim hep çok hoşuma gidiyor. Can Özen çekmiş galiba hepsini. Bayağı başarılı işler bence. Kullandığı renkler çok güzel.
Can çekti hepsini, evet. Renk paleti çok güzel gerçekten ve güzel bir doku yaratıyor. Ama zaten Can’ın gözü en başından beri çok iyiydi bence. Kulağı da çok iyi. Zaten iyi olmasa kaç senedir böyle keyifli işler yapamazdık.
Solo şarkılarını yayınlamaya 2020’de Kal Yanımda’yla başladın.
O şarkının ana melodisi The Away Days için yaptığım bir demoydu bu arada. Kör Bir Oda da öyleydi. Ama sonra ben The Away Days’ten ayrıldığım dönemde onları parça haline getirip kendim yayınladım.
Tamamlanması için zaman gerekmiş demek. Sen de söyledin şimdi, solo projenden önce yıllardır The Away Days’le tanıyorduk seni. Ve şu anda da geri döndün gruba. İyi ki döndün. Peki comfort zone’undan ayrılmak zor gelmedi mi?
Tabi ki zor canım sonuçta The Away Days için okulumu yarıda bıraktım. Can da öyle. Biz ikimiz aynı bölümdeniz, YTÜ iktisattanız. Biz bayağı o uğurda okulu yarım bıraktık. Mezun olmadık, lise mezunuyuz ikimiz de. Doğru bir şey değil tabi, bir şekilde bitirmemiz lazımdı okulu da. (Gülüyoruz) Yani kolay değil bu kadar yatırım yaptığın bir projeden ayrılmak. Ama o zaman o gerekiyormuş. Ve şu anda her şey çok iyi bu arada. Döneli birkaç ay oldu, Can’la olan ilişkimiz de eskisine göre çok daha profesyonel. Biraz fazla dip dibe olunca doğal olarak insanlar arasında sorunlar yaşanabiliyor. Ama şu anda mükemmel bir raya oturttuk.
Çok sevindim. Peki 2020’de, pandemi zamanında şarkılarını yayınlamaya başladın. O dönemde başlaman solo kariyerinin gidişatını nasıl etkiledi?
Aslında benim için avantajdı bu. Çünkü sıfırdan giriştiğim bir işti. Ve benim bu yoldaki en büyük motivasyonum, albüm lansman konseri ve devamında gelecek olan konserler. Ben bunları konserlerde çalabilmek için üretiyorum zaten. Şu ana kadar bekleme nedenim de konser verebilecek kadar parçamın olmamasıydı. 7 parçam vardı ve bunlarla bir set çıkmıyor. 10 tane cover çalıp aralara kendi parçalarımı serpiştirmek de istemiyordum. Şu anda 13 parçam var, 1-2 de tatlı cover’la gerçek bir seti çıkarabileceğim. O yüzden pandemiye denk gelmesi iyi oldu. Çünkü kimse konser veremiyordu o sıra (gülüyoruz). Biraz bencilce tınlayabilir ama bu böyle. Yani ben çalamıyorum ama zaten kimse çalamıyor. Diğer türlüsü acayip üzerdi beni. Herkes konserler verirken ben burada grubumdan ayrılmışım, sıfırdan bir build-up yapmaya çalışıyorum falan. Yani böyle bir build-up yapmak için doğru bir denk gelişti. O dönem boyunca bir sürü şarkı üretebildim.
Yanlış bilmiyorsam 21 yaşından beri sahnedesin. Öncelikle doğru mu biliyorum?
İlk, şey aslında, liseler arası müzik yarışmasında sahneye çıkmıştım. O zamanki adı KASDAV’dı. 16 yaşında falandım, o zamana kadar en fazla 3-5 kişiye çalmıştım. Orada bir anda Bostancı Gösteri Merkezi’nde 3000 kişinin karşısına çıktım. Çok çılgınca bir deneyimdi o yaştaki Sezer için. Sonrası The Away Days zaten.
Peki solo proje hep aklında var mıydı?
Hayır. Solo proje açıkçası öyle cesaret edebileceğim bir şey değildi. Ama ürettiğim, şarkı formuna soktuğum her şeyde illa ki vokal olmasını istiyordum. E solo yapacaksam vokali de benim yapmam gerekecekti. Ben de kendimde öyle bir yetkinlik görmemiştim yıllarca. Ben gitarımı çalar sahneden inerdim. Ama sonra ufak ufak niçin yapmıyorum, niye söz de yazmıyorum, vokal çalışmıyorum… Bunların hepsi üst üste denk gelince 2019’da düşünmeye başladım.
Biraz The Away Days’ten öncesini anlatır mısın? Müzikle ilgili neler yaptın?
Profesyonel veya amatör olarak The Away Days’ten öncesi yok gibi aslında. Mesela çevremdeki çoğu arkadaşım 17-18 yaşlarında bir gruba girmiş çalmış, o bende olmadı. Tabi kuzenlerimle bir şeyler çalardık. Pink Floyd çalardık, Metallica, Deep Purple, Mor ve Ötesi falan çalardık. Ama bir şey üretme cesareti ilk kez Can’la tanıştığımda geldi. Ki biz Can’la tanıştığımızda da ilk 1 yıl hiç bir şey üretmedik. Hep cover çaldık. Foals, Editors falan indie şarkıları coverlıyorduk. Çünkü Can da mükemmeliyetçi biri, ben de. Ve bu üretme süreci de bayağı bir tecrübe işi. İşin inceliklerini şarkı yapa yapa öğreniyorsun. Melodi bulma, aranje yapma, söz yazma falan… Çok temkinli gittik. Yani insanlar ilk bestesini 8-10 yaşında yapar ya, çok da bakmazlar iyi mi kötü mü diye, bizim 20’li yaşlarımızı buldu ilk bestelerimiz. The Away Days’in öncesinde çok bir şey yok. Genelde odamda gitar çalıyordum. (Gülüyoruz)
Çevrende gitar çalan biri mi vardı, nasıl başladı bu ilgin?
Benim baba tarafımda neredeyse herkes bir şeyler çalıyor. Birkaç tanesi profesyonel müzisyen ama mesela dedem keman çalıyordu, babam az biraz davul çalıyormuş zamanında, gitar, bas, ud, buzuki çalanlar var. Bir araya gelince herkes eline bir şey alır. Aileden gelen bu müzik kültürünün etkisi yadsınamaz tabi.
Bir The Away Days röportajında görmüştüm, bulunduğun yere ait olmakla ilgili bir şeyler söylemiştiniz. Şu an bulunduğun yere ait hissediyor musun? Veya dünyanı istediğin bir şekle sokabildin mi?
O aidiyet hiçbir zaman olmayacak herhalde. Ne Can’da ne bende. İstediğimiz yer neresi onu da bilmiyoruz. Ama böyle hissediyoruz. Zaten bu his bize bu müziği yaptırıyor. Bu yüzden hiç kaybolmaması gerekiyor bu hissin. Gerçekten “Biz buraya aitiz.” dediğimiz zaman üretemeyiz herhalde.
Kör Bir Oda’da Glasxs’le beraber çalıştınız. Nasıl bir araya geldiniz?
Biz aslında hiç yüz yüze görüşmedik Melis’le. O zaten Londra’da yaşıyor. Merve ile tanışıyorlar, ben kadın bir vokalle düet yapmak istiyordum, Merve Melis’i önerdi. Melis bana ses kayıtları attı, revizeler yaptık, öyle ilerledi. Zaten ben işlerini çok seviyordum Glasxs’in. Birlikte böyle tatlı bir iş çıkarmak istedik.
Bende yeri apayrı olan bi şarkın var, Su. Su, benim 2021’de en çok dinlediğim şarkıydı. 2022’de de 4. şarkı oldu, hala dinliyorum.
O şarkı konserde de çok güzel olacak bence. Provalara başladık, çalarken duygu durumumu ışık hızında ters düz ediyor her seferinde. İnsanların da duygularıyla oyun hamuru gibi oynama niyetindeyiz konser günü, bakalım neler yaşanacak.
Konserlerini sabırsızlıkla bekliyorum gerçekten. İlk fırsatta geleceğim. Peki Su’da tam olarak neyi anlattığını söyleyebilir misin?
Aşk meşk işlerinden damıtılarak çıkarılmış sözler aslında ama ucu çok farklı yerlere de gidebiliyor. Mesela, halamın eşi vefat etmişti, şarkıya sonradan baktığımda sanki halamın ağzından vefat etmiş eşine yazmışım gibi tınlıyor. Verse’ler net ama nakarat kısmı biraz soyut o şarkının sözlerinde. Ne anlamak istiyorsan o.
Ben şarkılarını dinlediğimde artık rahatlıkla “Bu, Sezer Koç şarkısı.” diyebiliyorum. Vibe’ından, kullandığın kelimelerden ve tabi ki müziğinden. Senin oluşturduğun bir çerçeve veya atmosfer var mıydı? Yoksa direkt bu şekilde içinden geldiği için mi bütün şarkıların böyle oldu?
Bu en sık duyduğum şey galiba. Ve bence doğru yolda olduğumu gösteren bir şey. Ben seviyorum bunu. Yaptığın şarkılar birbirine benzemeye başlamadığı müddetçe sound’unun tutarlı olması çok önemli. Birisinin senin vokalini ya da şarkından bir kısmı duyduğunda tanıması güzel bir şey. Bu arada, bu ekstra çaba harcadığım bir şey değil. Dinlediğim ve ürettiğim işlerle yıllar içerisinde zaten böyle bir şey oluştu. Ama dikkat ettiğim bir şey var: süre. Mesela albümde 4 dakikalık şarkı yok. Hepsi 3.30, 3.20, 3.40 dakika. Şarkıları süre olarak uzatmamaya dikkat ediyorum artık. Bir de şarkılara çok uzun introlar yapmıyorum. Bu ikisine dikkat ediyorum. Çünkü gerçekten piyasa artık o kadar garip ki. İnsanlar şarkına 2 saniye şans veriyor 3. saniyede next diyor genelde. O nedenle hali hazırda hype olmuş bi artist değilsen şarkının içine olabildiğince çabuk sokman lazım dinleyiciyi.
Söylediğim gibi kelime seçimlerin benim çok hoşuma gidiyor. Çok chill ve asla dramatik olmayan sözlerin var. Ve bu çok güzel bir şey. Merak ediyorum senin dilini, yazımını sevdiğin yazarlar, şairler veya şarkı yazarları var mı?
Hakan Günday’a bayılıyorum ama o çok karanlık bir tarafta. Söz yazarı söyleyemem sanırım çünkü Türkçe sözlü müzik o kadar az dinliyorum ki…
Sen bana bence “Seni etkileyen gitarcılar kim?”i sor. Padişah fermanı gibi cevap veririm ona. (Gülüyoruz) Vokalde de kendime ait bi yolum var ki ben vokal bile değilim. Dediğim gibi vokal line’larını bile gitarla buluyorum.
Soruyorum o zaman. Seni en çok etkileyen gitaristler kimler?
The Smiths – Johnny Marr, Dream Theater – John Petrucci beni ergenlik dönemimde bayağı bir oyaladı. Türkiye’den de Ali Güçlü Şimşek diyebilirim. Bayılıyorum onun da gitara yaklaşımına.
Peki sounduna ilham veren birileri veya bir şeyler var mı? Bu sınırları çok geniş bir soru bu arada. Yani “Denizin dalgalanmasını görmek.” bile diyebilirsin.
O, zaten öyle ki şarkı sözlerimde bile çok fazla var. Yani “Kuru yaprak ve güller, dalları terk ettiler.” gibi doğa betimlemeleri çok fazla var. Yanındaki sevgilinin kokusu göğe erişiyor, o koku gökkuşağı oluşturuyor, tüm renkler bir araya toplanıyor falan… Zaten istemsiz bir biçimde çok fazla betimleme kullanıyorum. Doğayı kullanarak anlatmak çok hoşuma gidiyor. Onun dışında… Mimariyi çok seviyorum. Güzel mimariyi. İstanbul’da çok nadir denk gelebiliyoruz. Eski Osmanlı mimarisi harika mesela; ama tabi binde bir falan kaldı o mimariden. Hepsini yok etmişiz. O yüzden Avrupa’ya gittiğim zaman çok farklı hislerle doluyorum. Çok hoşuma gidiyor güzel bir binaya, güzel bir camiye, kiliseye bakmak. Mimari bayağı etkiliyor beni farkında olmadan. Ve dinlediğim müzikler tabi ki.
Bu soruma cevabını çok merak ediyorum. Bazen bir anın hayalini kurarsın ama öncesi ve sonrası olmadan. Örneğin gece bomboş bir yolda, arabadasın. Etrafta turuncu ışıklar var. Veya konserde sahneye çıkmadan hemen önceki andasın, sahnenin ışıklarını görüyorsun. O tarz bir anın hayalini kurduğunda en çok neyi görmeyi seviyorsun?
Söylediğinin aksine bir şey hayal etmek imkansız değil mi? Yani hayaller hep fotoğraf karesi gibi olur bende. Diğer insanlarda farklı mı bu? Öyle detaylı hayal kuramazsın. “Önce sahneye çıkacağım, bir saat çalacağım, sonra inince kuliste şöyle takılacağım.” diye hayal kuramazsın. O bir andır zaten.
Benim kafamın içinde uzun uzun kurduğum şeyler de oluyor. Detaylandırıyorum. Ama anlık hayaller çok doğal ve içgüdüsel bir şeymiş gibi geliyor.
Ama hayali detaylandırdıkça zihninden uçup kaçmıyor mu? Fotoğrafı tutup onun üzerine düşünmemek sadece hislenmek benim daha çok hoşuma gidiyor. Çünkü üzerine düşünmeye başlayıp detaylandırdıkça rüyadaki gibi oluyor. Rüya görürken de onun rüya olduğunu fark edip “Hadi şu binanın tepesinden atlayayım.” dediğin zaman uyanıyorsun ya, onun gibi.
Sorunun cevabı… Çok manyakça bir şey, büyük ihtimalle de asla olamayacak bir şey. Grubu ilk kurduğumuz gün Peyote’de Can’la kurduğumuz hayal aynı zamanda. Glastonbury’de ana sahnede ya da ikinci sahnede, headliner tabii ki değiliz ama saat 8-9 gibi tam gün batıyorken, havada bayraklar sallanıyorken orada çalıyoruz. Bu inanılmaz olurdu.
Hayali mantıklı bir çerçevede tutmak çok hüzünlü geliyor bana. Ben de hep öyle yapıyorum ama…
Hayal etmişken neden “Headliner değiliz.” dediğim için mi?
Evet.
Düşün işte orada bile bu realist halim var. Çünkü hayalin içine realizm tozunu karıştırmazsan o hayalin gerçek olma ihtimali sıfıra iniyor. O da tat vermiyor bana. Ama o gerçekçilik tozunu biraz karıştırırsan %1 bile olsa bir ihtimal oluyor ya esas o zaman keyifli oluyor işte. Çünkü “Neden olmasın?” diyebiliyorsun.
O zaman konser, sahne demişken konserlerini sorayım. Lansman konserinin tarihi belli mi? Konserlerin nasıl olacak?
Mümkün mertebe backing track kullanmak istemiyorum. Altyapıdan klavyeyi, vokalleri falan veriyorsun ya onu istemiyorum. Biz 5 kişi olacağız sahnede. Hemen her şeyi canlı çalacağız. Çünkü ben biraz da bunun hayaliyle üretiyorum parçalarımı. Bestelerimi yaparken sahnede nasıl çalabileceğimize yönelik de düşünerek üretiyorum. Bakalım, provalar hiç fena gitmiyor. Lansman konserimiz de yakın zamanda, şehrin benim için en değerli mekânlarından birinde olacak. Çok yakında duyururuz zaten.
Neler olacak peki? Gitar, davul, bas, klavye…
Ben gitar-vokal olacağım. Davul, bas zaten 2 kişi. 1 de klavyeci olacak. Bir de joker var. O da yeri gelecek gitar çalacak, yeri gelecek klavyeye geçecek. Bu arada hepsi çok iyi insanlar. Kişilik olarak o kadar tatlış bir ekip kuruldu ki… Umuyorum ki uyumumuz da doğru yerlere gidecek ve böyle keyifli bir enerji yayılacak sahneden.
Peki 2022 senin için nasıl geçti?
Albüm. (Gülüyoruz) Ocakta başladım, yeni yayınlandı. Aslında daha erken bitirmeliydim ama, bir iki yerde de yazdım zaten, ben neredeyse müziği bırakacaktım yolun ortasındayken. Bayağı kafam düşmüştü çünkü. Niçin müzik yapıyorum, yaptığım şey dinleniyor mu dinlenmiyor mu, kimin umurunda falan gibi bir ton şey geçiyordu aklımdan. O noktada da The Away Days’e dönmem çok iyi oldu benim için. Tekrardan konserlerde seyirci karşısına çıkmak, canlı çalmak, stüdyoya girmek, prova yapmak beni duygusal olarak bayağı toparladı. O nedenle hem zor hem de güzel bir yıl oldu benim için. Ama bir aksilik olmazsa esas olaylar 2023’te olacak. Albümüm yayınlandı, artık konserlere başlıyorum. The Away Days’in albümü geliyor, konserlerde de yeni parçalar çalacağız. Full yoğun ama dolu dolu bir yıl olacak umarım.
Umarım. Peki dinleyicilerini neler bekliyor önümüzdeki zamanlarda?
Manyakça bir performans bekliyor. (Gülüyoruz) Çok fazla çalmak istiyorum. Öyle veya böyle 13 parça oldu. Artık bir çalıp söyleyelim şunları birlikte ya!
Bir de kısa sorularım var. 2022’de en çok kimleri dinledin?
Zor bir soru. Leisure diye bir grup var, bir ara onlara bayağı bir yükselmiştim. The Weeknd’in hiti var ya Sacrifice, onu çok dinlemiştim çıktığı zaman. Şu anda aklıma gelenler bunlar oldu.
İzlediğinde, dinlediğinde seni çok etkileyen ilk müzisyen kimdi?
Ali Güçlü Şimşek. Çilekeş’in bayağı aktif olduğu bir dönemdi, albümleri çıkmıştı falan. Ben de 16 yaşındaydım o zaman, Pertevniyal Lisesi’ndeydim. Bizim okula konsere gelmişlerdi. Ali Güçlü’nün de o zamanki enerjisi inanılmazdı. Bayağı büyülemişti beni.
Seyirci olarak unutamadığın bir konser var mı?
Birkaç ay önce Kings of Convenience geldi. Ki ben Tekirdağ’daydım, The Away Days için albüm kampında. Başka hiçbir grup beni oradan kaldırıp İstanbul’a getiremezdi. Odağımı dağıtmamam gerekiyordu çünkü. Ama otobüse atlayıp geldim. Ve gerçekten o bir konser değildi, bayağı ayin gibiydi. Sen dinlemiş miydin hiç?
Birkaç şarkısını biliyorum. Çok fazla dinlediğim bir grup değil.
Benim müziğimden keyif alıyorsan bu grubu kesinlikle dinlemeni öneriyorum. Çünkü bağlantılılar. Beni en fazla etkileyen grup olabilir Kings of Convenience. Çok acayip bir konserdi. Gerçekten insanlara benim konserimden ayrılırken orada onların bana yaşattığı hissin 5’te 1’ini bile yaşatabilirsem çok mutlu olurum. Sezer Koç tarafından söz ediyorum tabii. The Away Days ile yıllardır çalıyoruz zaten.
Sahnede olduğun ve en harika geçen konserin veya an hangisiydi?
Yıllar geçtikçe insan unutabiliyor bazı şeyleri ama 2013’te Texas’ta South by Southwest festivalinde çalmıştık. O güzeldi. Baksana 9 sene geçmiş… Bir de şey, en son Zorlu’da çaldık ana sahnede. Mix Festival’da Men I Trust’tan önce çıkmıştık. Dinleyici çok iyiydi, ışıklar harika, her şey çok güzel falan, çok uzun süredir çalmadığımız Rumours diye bir şarkı var. Bizim ilk yaptığımız şarkılardan. Spotify’da yok, Soundcloud’da var. Onu tekrar çaldık. Onun bir noktasında, uzun süredir hissettiğim en iyi 2-3 saniyeyi hissettim. Bir şey oldu ve kendime “Bunun tadını çıkar.” dedim. Tamamen koptum o anda. Ama 2-3 saniye sürdü tabi.
Seni çok etkileyen bir film var mı?
Çok fazla izliyoruz aslında Merve’yle. Ama şu an sorunca aklıma gelmedi. Wes Anderson çok iyi yönetmen. Tarantino’nun kült filmlerini severim. Christopher Nolan da severim. Ama isimler de aklımda çok kalmıyor ya. Ben izliyorum, beğeniyorum, sonra direkt geçiyorum. Oyuncu isimleri, yönetmen isimleri çok aklımda kalmaz. Bir de daha ziyade dizi tüketir olduk artık, Better Call Saul ile birlikte tekrar Breaking Bad, kült bir filmden daha çok etkiliyor olabilir beni. Ama müzikte tabii… Gitaristine, basçısına kadar kazırım hafızama.
Benim sorularım burada bitiyor Sezer. Son olarak söylemek istediğin bir şey var mı?
Soruların güzeldi çok teşekkür ederim. Söyleyeceğim bir şey yok galiba. Sadece şey diyorlar ya “Seni takip eden genç müzisyenlere nasıl bir tavsiye verirsin?” Tavsiyem bu…
Ne? Anlamadım. (Gülüyoruz)
Sessizlik. Tavsiyem hiçbir şey. (Gülüyoruz) Böyle gülüyoruz ama bu benim o kadar canımı sıkıyor ki… Benim gitarım Meksika Telecaster. Bir de bunun Amerika yapımı olanı var. Meksika yapımı daha ucuz tabi. Şu an 25 bin TL. Amerika yapımı 50 bin TL. Bu çocuklar nasıl ulaşacak bu gitarlara, aileleri zengin değilse? Zaten sanatın görsel taraftaki bazı dalları direkt olarak zengin çocuklarının tekelinde gibi. Bari müzik onların eline geçmesin. Zaten orta sınıf diye bir şey kalmadı da, bu insanlar gitarda ilerlemek isteyen çocuklarına bir Meksika Fender alamayacak mı? Bu arada sadece gitarla da bitmiyor. Ona amfi alacak, pedal alacak, teli eskiyecek tel takacak. Tel 300 TL. Pena 20 TL. Nasıl üretecek bu çocuklar?
Gitar müziği zaten ölüyor, bu kaçınılmaz bir şey. Bir de rap müzik piyasayı bu kadar domine ediyorken yeni jenerasyondan kaç tane çocuk kafayı kırıp bu şartlar altında alternatif müziğin peşinde koşacak?
Ne kadar karamsar bitirdim değil mi röportajı? (Gülüyoruz)
Evet biraz üzülerek bitirdik. Ama çok teşekkür ederim cevapların için. Aşırı güzel bir röportaj oldu bence. Umarım senin için de güzel geçmiştir.
Rica ederim. Benim için de aynı şekilde geçti. Kendine iyi bak.
Son olarak Sadece Bir Rüya’nın lansman konserinin çok yakın bir tarihte olacağını tekrar hatırlatalım. Siz de konserlerden ve yeni şarkılarından haberdar olmak isterseniz Sezer Koç’u Instagram hesabından takip edebilirsiniz.
Instagram: https://www.instagram.com/sezerkocmusic/