Bunu okuyorsunuz:
“Sonsuz Yaratım Alanında Kendini Bulmak” Umut Er | Röportaj #54

“Sonsuz Yaratım Alanında Kendini Bulmak” Umut Er | Röportaj #54

umut er

Ağustos ayında yayınladığı ilk uzunçalar albümü Zor Bi’ Yıl ve yıl bitmeden hemen önce gelen Zor Bi’ Yıl Akustik’le 2021’de dikkatleri üstüne çeken Umut Er ile çok güzel bir röportaj gerçekleştirdik.

 

Ankara’da yaşayanların çok iyi bildiği, her sahnede karşılaşabilecekleri bir müzisyen Umut Er. Yıllardır farklı gruplarla yaptığı işlerle parlayan Umut Er 2017’den beri yayınladığı solo projeleriyle de adından söz ettiren biri. Bizim radarımıza ise Aralık 2021’de yayınladığı Zor Bi’ Yıl Akustik EP’siyle girdi. 2000’ler Türkçe rock vibe’ıyla dinleyen herkesi etkileyen EP’den geriye doğru gittikçe çok çeşitli işlerinin olduğunu gördük. Bu kadar farklı tarzlarda “yakalayan” şarkılar yapan bu yetenekli müzisyene soracağımız çok şey vardı. Bunun sonucunda ise bu çok keyifli röportaj ortaya çıktı. Umut’la uçsuz bucaksız yaratım alanını, birbirinden farklı projelerini, köklere dönmeyi,  Ankara sahnesini ve başka birçok konuyu uzun uzadıya konuştuk. Ayrıca bir sonraki albümüyle ilgili küçük ipuçlarını da bizimle paylaştı. Röportaja başlamadan önce Umut “Çok samimi bir röportaj olacak, haberin olsun.” demişti. Bu cümlenin hakkını verdiğimize inanıyoruz. Ve sizleri daha fazla meraklandırmadan röportajımızla baş başa bırakıyoruz. Keyifli okumalar!

 

Hoş geldin Umut, nasılsın?

Hoş bulduk, gayet iyiyim, keyfim yerinde. Sen nasılsın?

 

Ben de iyiyim teşekkür ederim. Öncelikle kendinden, müzikal geçmişinden biraz söz eder misin?

Bahsederim tabi. 3-4 yaşlarındaydım yanlış hatırlamıyorsam, babam bağlama çalıp türkü söylerdi, ben de kapının arkasında gizlenerek onu dinlerdim. İlk o zamanlarda bir şeyler olduğunu fark etmiştim. Sonra, anneannemle yaşıyordum genelde, annemle babam çalıştığı için o büyüttü beni. Onunlayken evde şarkı mırıldanıyorum falan, bu çocuk bir şeyler söyleniyor, diye anneannem fark etmiş. Sonrasında işte babam da beni dinledi ve “Çocukta galiba kulak var.” muhabbeti oldu. Sonra işte korolarda vesaire bir şekilde o eğitimlere giriştim.

6. Sınıfta konservatuvar sınavlarına girdim, kazandım. Orada klasik batı müziği eğitimi aldım, flütçüydüm. Ortaokulu orada okudum, lisede de yine flütçü olarak okudum. Bu süre içinde farklı müzik tarzlarını da tanıdım. Yani aslında şöyle, konservatuvardan da öncesinde anneannemde bir de dayım vardı. Ve dayım da çok fena bir metalcidir. Ben evde türkü dinleyip, dayımın yanına gidip metal konserleri izleyip, dayım da evden gittikten sonra Kral TV’de pop dinliyordum. Böyle saçma bir durumdan çıktığım için bugün de 24 yaşında bir sanatçı olarak benim birçok tarzda parçamı dinleyebilirsin. Tabi onun da ilerisinde işte batı müziği eğitimi almam da bana çok farklı bir teknikler kattı. Sonra üniversitede bölüm değiştirdim. Caza geçtim, caz vokale. Ama oradaki eğitimimi tamamlamadım, aldığım eğitimden memnun kalmadığım için.

Bütün bu süreç içerisinde kendi bestelerimi yapıp olabildiğince farklı janrlarda müzik dinledim. Farklı projelerin içinde bulundum. Metal grubum vardı, rock gruplarım oldu, yabancı pop tarzı piyasa gruplarında da bulundum, düğünlerde de çaldım. Birçok yerde bulunduğumu söyleyebilirim yani.

 

 

Son uzunçalar albümün Zor Bi’ Yıl 12 Ağustos’ta, o albümden 6 parçanın akustik versiyonlarının olduğu Zor Bi’ Yıl Akustik 24 Aralık’ta yayınlandı. Bu albümlerin kayıt süreçleri nasıldı? Her şeyi sen mi yaptın bu albümlerde?

Bu iki albümün kayıt sürecinde her şeyi ben yaptım. Açıkçası onlardan önceki birçok projede de tamamen kendi yürüttüğüm şeyler oldu; ama stüdyolardan destek aldığım şeyler de var. 2018’de yayınladığım Line isimli EP, Retro Stüdyoları’nda kaydedildi. Oradaki bütün parçaların söz müzik ve aranje kısımları bana ait. Fakat Zor Bi’ Yıl’da ve Zor Bi’ Yıl Akustik’te mix mastering gibi işin mutfak kısımlarını da ben ele aldım. O da şu şekilde oldu, 2020’de dışarıda çaldığım yerlerden canımı dişime takarak, abartıyormuşum, (gülüyor) paramı biriktirerek böyle ufak bir home stüdyo kurdum kendime. Bestelerimi sadece demo halinde kaydetmekten ziyade daha profesyonel hale getirebileyim diye. Bir de bu konudaki bilgi birikimimi de artırmak istedim.

O dönemde mart ayında, doğum günümden tam 2 gün sonra çat diye bir kapanma yaşandı. İşte pandeminin olayları falan. O zaman da işte evde kendi başıma profesyonel olarak kayıtlarla uğraşmaya başladım. Aslında tamamen pandeminin ürünü oldu bu albüm. Oradaki uzun uzun yazma ve pekiştirme sürecinin sonunda dedim ki 2021’de de bunu demlendire demlendire çıkarayım. Aynı zamanda onlar çıkarken akustik versiyonlarını da yapmak istedim; çünkü ben sevdiğim parçaların akustik versiyonlarını dinlemeyi severim. Elimden geldiğince de her parçanın orijinal halinin yanında akustik versiyon, alternatif bir versiyon yayınlamaya çalışırım. Anla diye bir parça var mesela, 3 farklı versiyonu var, bu benim çok hoşuma gidiyor. Onur’la (Soupnatsy) yaptığımız bir alternatif versiyon mevcut.

 

O şarkı çok güzel.

Teşekkür ederim. En çok beğenilenlerden biri o. Onur’un inanılmaz bir müzikal zekası var. Çok kaliteli bir müzisyen, çok kaliteli bir dinleyici. Bir gün “Böyle bir şey yapmak istiyorum yapalım mı?” dedi. Biz de o an tanıştık zaten. Ve sonrası da su gibi aktı gitti. Şimdi onunla bambaşka projeler de yapıyoruz. O da belki başka bir sorunun konusudur, şimdi girmeyeyim.

 

 

 

Pandemi döneminde kayıt yapmak nasıl bir süreçti senin için?

Çok eğiticiydi aslında; çünkü hiç düşünemeyeceğim kadar fazla zamanım vardı. Bir göz odanın içerisinde aylar hatta yıl geçirdim. Tabi bu şekilde yaşamayanlar da var ama açılmaları falan biz müzisyenler olarak çok yaşayamadık, biliyorsun. Ki bayağı zor bir dönemdi çünkü çalışma imkanımız olmadı. Ama bu, çalışmamak anlamına gelmiyor. Dışarıda para kazanamamış olabiliriz ama ben açıkçası o kesimin şanslı kısmında olduğumu düşünüyorum. Çünkü dediğim gibi kendimi geliştirme şansım oldu, o dönemde çok fazla şey öğrendim. Bir yandan çok yıpratıcı oluyor tabi ki. Sonuçta o dönemi tek başına geçiriyor olmak, bir projeyi tek başına idare ediyor olmak… Ya artwork’lerin bile çoğu benim kendi yaptığım tasarımlar. Ben photoshop kullanmayı bilmiyordum ama “Sanırım böyle bir şey istiyorum.” diye oturup yapmışlığım var yani. Bir de dışarıya çıkıp nefes almak istediğim zamanlar oluyordu tabi ama sonuç olarak fena atlatmadım diyebilirim.

 

Düş, albümünde çok sevilen bir şarkı ve ben onunla ilgili yorumumu yazımda yapmıştım; ama senin nasıl yazdığını çok merak ediyorum. Mesela orada kendisiyle konuşan birini mi dinliyoruz yoksa başka biriyle konuşan birini mi dinliyoruz?

Düş aslında bu albümün yazım sürecinde yazılmış bir parça değil. İlk yazdığımda çok daha düşük tempolu, farklı bir tonda bir parçaydı. Sonrasında elimdeki ekipmanlarla çıkan soundun içinde “Acaba bu nasıl duyulur?” dedim. Onun üzerine bir şeyler denedim. Bu arada albümde Batu’nun da favorisi odur. Batu Akdeniz, asla ayrılmadığımız o lanet insan (gülüyoruz). Sonrasında işte parçanın atmosferi daha keyifli, en azından yüksek prodüksiyonlu gibi duyulan bir şey haline geldi. Asla yüksek prodüksiyonlu demiyorum tabi. Hatta şu an hiç memnun değilim açıkçası duyumlarından.

Soruna dönecek olursak, açıkçası Düş, ne için ve hangi kafayla yazdığımı hatırlamadığım parçalardan biri. Benim için parçaların renkleri vardır, şu parça şöyle bir parça, bu parça böyle bir parça diye kafamda oturur. Atıyorum, bunu ne zaman yaptığımı hatırlıyorum, onu yaparken aldığım kokuyu hatırlıyorum falan. Ama Düş’ün daha çok prodüksiyon kısmında kaybolduğum için onu neye yazdığımı açıkçası tam hatırlayamıyorum. Yani yine bir eski sevgilime yazdım kesinlikle onu biliyorum. (Gülüyoruz) Soruyu cevapsız bıraktığım için özür dilerim.

 

Üzüldüm; ama peki. Canın sağ olsun diyorum.

Ama benim bütün parçalarımda olan bir olay o. Anlatım şeklim, çoğu mainstream sanatçıdan biraz farklı. Çünkü dinleyiciye alan bırakan sözler veya müzikler yapmaya çalışıyorum. Yan yana geldiğinde belki mantıklı tınlamıyor evet, bambaşka bir şekilde kulağa geliyor. Ama işte karşıdaki insanın kendine çıkarım yapması benim çok hoşuma gidiyor. Yani dediğin gibi kendisiyle mi konuşuyor veya birine isyan mı ediyor… Bilmem, belki ikisi de. Yani E) Hepsi.

 

 

Dünyanın en güzel şarkısıyla ilgili bir sorum var -buna cevabın var, biliyorum. Kış Getiren nasıl yazıldı? Bu kelime grubu nasıl oluştu?

Benim Sercan diye bir arkadaşım var, anasınıfından beri arkadaşım. Biz Barbaros İlköğretim Okulu’nda birlikte okuduk, oradan çıktık konservatuvara birlikte girdik. Sıramız bile değişmedi. Ve hala en yakın arkadaşlarımdan biri. Kendisi inanılmaz bir müzisyendir, sağ olsun hep yanımda o da. Sercan prodüksiyon işlerine benden önce merak salmıştı. Çok da güzel bilgisi vardır. Benim 2. Cadde isimli EP’mi birlikte kaydetmek istedik. O zamanlar mental olarak bayağı çökük bir dönemdeydim. Dedim ki ben bunun altından ancak yeni bir iş yaparak kurtulabilirim. Sonra işte o albüme başladık.

O albümü kaydederken de dediğim gibi “soğuk bir pazar günü” Ankara’da Tunalı’da bir arkadaşımla oturuyorum. Pazar günleri genelde önceki gün yapmış olduğum sahnenin yorgunluğuyla iki bira içmek hoşuma giden bir şey. O gün inanılmaz soğuktu gerçekten ve kış aylarında değildik. Orada arkadaşım bir ara masadan kalktı gitti. Ben de camın yanındayım, dışarıya bakıyorum. Sonrasında o sözler öbek öbek gelmeye başladı. “Kış… Kış getiren…” falan gibi bir anda öyle bir şey geçti kafamdan. Ve sözler de sanki biri önceden yazmış da ben tekrarlıyormuşum gibi art arda gelmeye başladı. Telefonumu çıkardım yazdım. Eve gittiğimde gerçekten hazır bir beste gibiydi, çat diye ortaya çıktı.

Keza o da Düş’le aynı kaderi paylaşıyor. O da bu albümün ilk yazılan parçası değildir mesela. Çok önceden yapılmış, yine farklı bir tarzda, daha düşük bir parçaydı ve bu sertlik de yoktu. Onu da yine böyle hortlattım pandemi döneminde. Ki bence de albümdeki en güzel parça, yani albümdeki favorim diyebilirim. Aa çok büyük bir şey söyledim! Pardon, öyle değil. (Gülüyoruz)

 

Onu ileride soracağım, şu an söyleme lütfen.

Sessizliğimi koruyorum.

 

Teşekkür ederim. Peki senin hikayesini anlatmak istediğin başka bir şarkın var mı?

Bilmem, özellikle öyle vurucu bir hikayesi olan bir şey yok sanırım. Sadece anlatım şekilleri hoşuma gidenler var. Bazıları tamamen yazılmış olmak için yazılmış da olabilir. Ama mesela Line’la ilgili bir şeyler anlatabilirim. Line 4 parçalık bir EP ve parçaların hepsi birbirinden tarz olarak çok farklı. Line alternatif pop gibi tınlıyor. Vardı daha trapvari bir altyapıya sahip. Böcek direkt bir alternatif rock parçası. Berlin çok farklı bir parça, ballad ama armonisi olsun sözleri olsun çok progresif kaçıyor öyle bir EP’ye. Evet çok farklılar birbirilerinden ama orada aslında tek bir olayı anlatıyordum. O dönem hayatım tekdüze bir hal almıştı. Sürekli başa dönen bir kısır döngü vardı. Ve o gidişat benim için bir çizgiydi. EP’nin adı da o yüzden Line oldu.

 

 

Kış Getiren ve Düş için albümden önce yazıldı demiştin. Aradan onları çıkardığımda, ilk 3 şarkı ve son 3 şarkı sanki simetrik olarak birbirileriyle bağlantılıymış gibi geldi bana. Son şarkı, ilk şarkıyla; sondan ikinci şarkı, ikinci şarkıyla… Bu bilerek yaptığın bir şey miydi?

Tabi ki. Mesela Eski Bir Umut ve Hatalarım da albümden önce yazılmış parçalardı. Dünya çok daha önce yazılmış bir parçaydı. Illusion, Birthday ile birlikte kaydedilmiş bir parçaydı aslında. Bu albümün içerisinde benim prodüksiyonunu yapmadığım tek parça da o. Onu çok önce stüdyoda kaydetmiştik. Ama mesela Ihlamurlar ile Miranda, yani giriş parçası ve son parça tamamen aynı parçadır. Sadece tonları farklı. Ve Zor isimli parça da sonunda hiçbir kesinti olmadan Miranda’ya bağlanıyor. O bir veda aslında. Gidiyoruz, sözsüz bir şekilde. Bir yolculuğa başladık ve bu yolculuk aynı şekilde bitiyor. Onu gösteren bir şey. Ihlamurlar da bir girizgah lazım, insanları sakin sakin albüme sokalım kafasında yaptığım bir şey.

Gördüğün üzere çok up tempo bir albüm değil, benim hiçbir işim öyle değil zaten, gayet pesimist. Böyle karanlık şeyleri yazmayı seviyorum, daha doğrusu elim ona gidiyor, sevmekten ziyade. Ihlamurlar ve Beni Bulma ile albüme güzel bir giriş oluyor. Ve sonrasında Because Of You. Bunlar direkt bu albüm için yazılmış parçalardı.

 

Peki senin için daha öne çıkan, daha çok sevdiğin bir şarkı var mı albümde?
Evet, var. Zor. O şarkıda buruk bir mutluluk var, onu çok seviyorum. Evet, çok düşük bir parça; ama armonisi, nakaratındaki o “zor bir gün doğumu…” derkenki vibe’ı beni çok tatmin eden bir duygu durumu. Hani bir şeyler batmış durumda ama bir sakinlik var. “Zor bir yıl oldu şimdiden ve daha yarısı bile değil” ama bu durumu kabullenmişlik söz konusu.

 

 

Miranda’daki seslerin bir anlamı var mı Umut?

Arkada Apollo 11’in Houston’la olan konuşmaları var. Aynı zamanda bir uğultu da var, o da Miranda uydusunun evrende yaydığı ses. Arkada tamamen o ses var. Ben Ihlamurlar’ı ilk yazdığımda süzülüyor gibi hissetmiştim, o melodisiyle. Uzay boşluğunda kayboluyor gibiydim. Aslında onu bağlamamın nedeni, adının Miranda olmasının nedeni buydu. Bir uzay boşluğunda başladık bu yolculuğa, şimdi yine aynı şekilde sürükleniyoruz ve kayboluyoruz.

 

Yani hikayesi yok dedin ama bu o kadar güzel bir hikaye ki… İyi ki sormuşum bu soruyu. Albümde iki şarkında dile getirmişsin ve zaten albümün adı da Zor Bi’ Yıl. Gerçekten zor bir yıl mıydı Umut?

Zor bir yıldı. Yani dediğim gibi kendimi eğitmem açısından güzeldi ama mental olarak benim hayatımın kesinlikle en kötü yılıydı 2020. Birçok insan için de böyledir herhalde. O dönemde özellikle müzisyen arkadaşlarımla, Batu’yla, Sercan’la, yakın çevremle sürekli telefonlaşma halindeydik. Buluşmak istesek buluşamıyoruz çünkü ailelerimizle yaşıyoruz. Hani kendimizi geçtik onlara bulaştırmayı kaldıracak durumda değiliz. Birbirimizi göremiyoruz, hepimiz her gün başka bir anksiyete krizindeyiz. Özellikle Batu’yla bizim alerjimiz çok kötüydü o dönem. Evdeyiz, bahar alerjisi çekiyoruz. Bir de her şeyden önce işini icra edemiyorsun, bu da sana hem maddi hem manevi sıkıntı olarak geri dönüyor. O yüzden çok çıkmazda olan bir durumdu. Albümün adı da bu nedenle Zor Bi’ Yıl oldu. Hatta albümü tam yazmaya başladığımda “Kapak tasarımı kesinlikle bu olacak.” dedim.

 

 

Senin de söylediğin gibi bütün şarkılarında hüzün var. Bunu sadece Kış Getiren’de hissetmedim açıkçası. Orada bir yerde bir umut var gibi geldi.

Aslında o temposuyla alakalı. Biraz daha enerjik bir parça. Önceki halinde öyle değildi.

 

O zaman iyi ki böyle yayınlamışsın.

Evet bence de.

 

Şeyi soracağım, hüznü daha mı iyi ifade ettiğini düşündüğün için mi böyle yazıyorsun? Veya hüznü içinden atmak için seçtiğin bir yol mu bu?

Ya aslında bu birçok sanatçının ortak yaşadığı hem bir sıkıntı hem de belki bir istek doğrultusunda gerçekleşen bir durum. Ben hüzünlü şeyleri dinlemeyi seviyorum. Ben o kadar da enerjik veya mutlu bir insan değilim. Benim olayım genelde onu yaşamak, onu yansıtmak, onu dinlemek. Ya da 2000’ler alternatif rock parçalarını dinlerim ve Zor Bi’ Yıl’da bunu belli ettim. Ve asıl bundan sonra çıkacak olan albümümde çok yansıyacak o durum.

Ben genel olarak yaşamında çok mantıklı kararlar verebilen bir insan değilim. İlişkilerimde, işlerimde hiç stratejik yaklaşamam. E bunun da ceremesini çekerim. Sonrasında da oturup onu kusmam gerekiyor işte, yani bir dert halindeyken bir anda bir albüm geliyor. Gerçekten bu arada hepsi öyledir. Line benim bir ilişkimin bitişinde çıkmıştır. 2. Cadde sadece bir kıza yazılmıştır. Zor Bi’ Yıl rezil bir yıla yazılmış olabilir ama 2. Cadde’yi yazdığım kıza yazılmış bir parçadır oradaki Eski Bir Umut. Sanırım bu sayede kendimi daha iyi şekilde ifade edebiliyorum. Tabi bunun değişmesi de gerekiyor. Bu belirli bir yere kadar güzel bir şey; ama bir yerden sonra yaptığın işlerin paleti hep aynı duruyor. Bunların aynısını tekrarlayarak nereye kadar gidebilirim? Biraz inovatif olmam gerekiyor ve bunu sanırım 2021’den beridir beceriyorum.

Zor Bi’ Yıl’ın single’ları şubat ayında yayınlanmaya başladı. Bu süreç devam ederken ben yine çalıştım. Ve şu an elimde iki tane bitmiş albüm ve 4-5 tane de single var. Şu an albümü bitirip kliplendirip dosya haline getirme aşamasındayız. Mesela onlarda kesinlikle farklı şeyler yaptığımı düşünüyorum. Yani evet yine hüzün var, yine yıkıklık var, eyvallah; ama örnek veriyorum hayatımda ilk defa ismi Çok Mutluyum olan bir parça yazdım. Sonunda bir şey (-İNTERNET KESİLDİ)

 

“Çok Mutluyum” dediğin anda gitmesi komik oldu.

Bu kadar oluyormuş. Bozduk sistemi. (Gülüyoruz) Neyse yani öyle bir durum var, farklı şeyler yapıyorum. Diğer albümde çok daha sert ve çok daha hareketli şarkılar var. Hatta Kış Getiren’in bir kardeşi var. Dinlediğinde “Aa, bu aynısı!” diyeceksin. O aynılık, bazı grupların yaptığı bir şeydir çok hoşuma gider. Tutan bir parçalarını başka bir albümde farklı bir formda sergilerler; ama o hissiyatı alırsın ve ona alternatif olarak da bazen onu dinlemek gelir içinden. O tarz şeyler var yani. Yeni projeler çok daha güçlü olacak gibime geliyor, öyle bir his var içimde.

 

Bu harika bir haber! Peki Because Of You ile ilgili bir şey sormak istiyorum. O şarkı bana çok ağır geldi. Aslında çok yalın ama dinleyeni paramparça ediyor. Onun kadar üzen şarkılar olacak mı, bu konuda bir spoiler verebilir misin?

Verebilirim. Var. Hatta bence Because Of You’yu 10’a katlar. O albümün dediğim gibi kapanma aşamalarındayız artık. Yani mix-masteringi bitti şimdi Batu’yla, Bulut’la, bizim ekiple bir dinleme gecesi ayarlayacağız. Batu o parçayı dinlediğinde şey demişti, son 10 yılda dinlediğim en iyi Türkçe rock parçası büyük ihtimalle. Bu Batu için çok majör bir laf, benim için önemli o yüzden. Klip çekilecek şarkı da o aynı zamanda. Şimdi klibin senaryo yazımı aşamalarındayız ve gerçekten bayağı damar bir parça oldu. Çok rock tınlayan, içime sinen bir parça kesinlikle. Modern de tınlıyor eski de tınlıyor. O sıcaklığı geliyor yani 2000’lerin. Var yani, bayağı damar parçalar var.

 

O kadar mutluyum ki şu an…

O albümün de hikayesini anlatayım sana şimdiden. O da yine bir ilişki sonrasında yazılan bir albüm. Aslında bitmesini istediğim bir ilişkiydi. Bittikten çok sonra bir boşluk hissettim -ki bunu isteyen aslında ben değilmişim, o zamanki durum beni bunu istemeye itmiş. Zaman geçip unutulması gereken şeyler unutulduğunda geriye hala güzel şeyler kalıyordu ve ben o dönemde gerçekten çok kötü bir ruh haline girdim. Hayatımda ilk defa panik atakla tanıştım o dönemde.

Şu an 7 parçalık bir albüm, yani eğer durumlar değişmezse.  Ve 7 parça resmen birbirileriyle bağlılar. Zor Bi’ Yıl’a kıyasla birbirileriyle aynı zamanda yazıldıkları çok belli oluyor. 2-3 ay sürdü o albümü bitirmem. Çok hızlı ilerledi her şey. Çünkü dökülmem gerekiyordu ve parçalar da art arda diziliverdiler. Bayağı konsept bir iş oldu. Ihlamurlar’la Miranda’nınki gibi bir bağ yok parçaların arasında. Daha çok hissiyatı benziyor. Bahsedilen durumun aynı durum olduğunu fark edebiliyorsun. Öyle bir albüm geliyor yani. Gelecek. Bakalım neler olacak. Ben de çok heyecanlıyım.

 

 

Çok uzun süre müzik eğitimi almışsın. Farklı disiplinlerle yaklaşım müziğe bakış nasıl etkiledi sence?

Güzel bir soru. Nereden başlayabilirim… Ben dediğim gibi konseratuvara girmeden önce babasını dinleyip türkü söyleyen, dayısıyla metal konseri izleyen; böyle karma bir müzik zevki olan bir çocuktum. O yüzden konservatuvardaki klasik batı müzik eğitimine adapte olma muhabbeti biraz farklı geldi. Çok küçüktüm tabi çok net hatırlayamıyorum, öyle kesin şeyler söyleyemeyeceğim. Sadece, ben flütü çok seviyordum, konservatuvara girmeden önce. Sınava girdiğimde de sordular “Hangi enstrümanı istiyorsun?” diye. Şanslıydım ki dudak yapım, parmak yapım uyuyordu ve beni aldılar. Flüt çalma olayı çok güzeldi. Aynı zamanda dikte gibi, solfej gibi, armoni gibi işin matematiğini öğrenmek de çok işime yaradı –ki bugün bile işime yarayan bir durum.

Fakat oradaki disiplin bana hiç uygun değildi. Ve bunu fark etmem çok da uzun sürmedi. Oradaki 2. veya 3. senemdi, ben şeyi söylemiştim, daha liseye geçmeden “Ben bu bölümü değiştireceğim.” “Ben burada bu insanların arasında var olamam.” Ki gerçekten bana göre değildi. Oradaki disiplinin sıkılığından bahsetmiyorum bu arada, hiyerarşik yapısından, hocaların birbirileriyle olan ego savaşlarından söz ediyorum. Bu yüzden eğitim hayatı çok kötü geçen arkadaşlarım var mesela. Ben yine şanslıydım o konuda. Çünkü liseye geçtiğimde söyledim işte “Hocam ben gideceğim, o zamana kadar bana tolerans gösterirseniz çok sevinirim.”. Tabi bu demek değil ki ben liseyi çalışmadan bitirdim. Yine çalıştım, lise mezuniyetimden de güzel bir puanla ayrıldım. Ama garanti olan bir bölümün sınavına bile girmedim ben. Üniversitede direkt caz bölümünü denedim, kazanmasaydım üniversiteyi de okuyamayacaktım belki.

Üniversitede caza geçmemin nedeni benim bir caz manyağı olmam değildi. Hatta o konuda kısıtlı bir adamım. Yani ben rockçıyım, metalciyim. Tamam farklı türleri seviyorum ama gerçekten klasik ve caz onlardan ikisi değil. Modern şeyleri, prodüksiyonu yani müziğin teknolojisini seviyorum. Tabi ki müziğin hissiyatında başka bir durum var ama teknolojinin bu kadar gelişmesiyle steril sesler duyabilmek hoşuma gidiyor. Üzerine uğraşılmış prodüksiyonlar dinlemek… Ki günümüzde müzik piyasasını yöneten, piyasaya şekil veren şey bu. Caza geçmemin nedeni, gelişime çok açık olan bir tarz olduğunu düşünmemdi. Geniş bir yelpazeydi ve o zamanlar çok sevdiğim metal müzisyenlerinin çoğunun geçmişinin caza dayandığını görüyordum. “Aa o zaman ben de caz okuyayım.” dedim.

Oraya gittim, sınavına girdim, kazandım. Ve çok şanslıydım ki Randy Esen’den vokal dersleri aldım. Gerçekten annem gibi olmuştu. O kadar tatlı, o kadar sevimli bir insan tanımadım ben hoca olarak. Bir gün bir caz ensemble dersinden çıkarken bana baktı ve “Sen lanetlenmişsin.” dedi. O ne demek, dedim. “Sen lanetlenmişsin, yaptığın işin en iyisini yapmakla lanetlenmişsin.” dedi. Benim gözlerim doldu anında. Yani Randy Esen’den böyle bir şey duymak ne kadar güzel bir şey. Sonra döndü ve “Ama caz yapmayacağını biliyorum, hadi çık.” dedi. (Gülüyoruz) Eşi Aydın Esen’le bir konser verdiler burada “Umut kesinlikle gelmeni istiyorum!” deyip davet etti beni. Thirty Seconds to Mars’ın Hurricane’ine inanılmaz bir aranjman yapmışlar. Spotify’da da var, bir ara dinlemeni tavsiye ederim. Neyse konsere gittim. Parçaya bir girdiler, ben hüngür hüngür ağlıyorum. Gerçekten inanılmaz bir kadındı. “Caz yapmayacağını biliyorum; ama yapacağın her şeyde tamamen arkandayım, haberin olsun.” demişti bana. Çok mutlu olmuştum.

Onunla 2 sene çalışabildik, ben hazırlıktayken ve 1. sınıftayken. Sonrasında Randy Hacettepe’yi bıraktı. Ve beni oraya bağlayan tek şey Randy’ydi. Ben orada aldığım solfej eğitiminden memnun değildim, armoni eğitiminden memnun değildim, doğaçlama derslerinden memnun değildim. Çünkü garip bir işleyiş vardı. O yüzden Randy de gidince ben de okumayı bıraktım. Ve nasıl biri olduğumu, nasıl şekillendiğimi fark ettim. Benim insanlarla iletişimim çok rahattır. Hani beni şu an tanıyorsun mesela ama “Ya çok tatlı birisin.” diyebiliyorsun. Böyle söylemenin nedenini anlıyorum. Benim hayata bakış açımla alakalı bir şey bu. Yani ben bugün seninle bu rahatlıkla konuşamayacaksam, karşında kasılacaksam, ayaklarımın yere basmasının hiçbir anlamı olmaz benim için.

Ben rahatlıktan yana olan biriyim. Mesela artık hocalarımla aynı sahnelere çıkmaya başladık. Beni eleştiren “Bu çocuk da rockçı oldu.” diyen hocalarım şimdi benimle aynı sahneyi paylaşıyorlar ve bunu gerçekten istiyorlar. Müzisyen abilerim de aynı şekilde benimle sahnelerini paylaşmak istiyor. Demek ki işin anahtarı çok basit aslında, bir şeye gönülden bağ kurmak ve onun üzerine gidebildiğin kadar gitmek. Takdir edildiğim nokta da bu sanırım. Evet, büyük dinlenmelerim yok; ama insanlar dava adamı olduğumu biliyorlar. Yani bu çocuk 4 yaşından söylediği şeyin peşinden koşuyor ve şimdi albümleri var, rock müzik yapıyor. Savundu ve yapıyor. Okul disipliniyle hiçbir zaman uyuşamadım. Ve bu konuda ailem biraz üzgün evet, onlara diploma götürmediğim için. (Gülüyoruz) Ama bir şekilde aşıyoruz onu da.

Bilmiyorum, eğitim benim kafamda karmaşık bir yapı. Bazen o sıkı disiplinin olması gerektiğini, bazen de disiplinsiz bir ortam olması gerektiğini düşünüyorum. Neyin nasıl öğretilmesi gerektiği falan çok zor şeyler bunlar. “Bana şunu öğret, bunu öğret, bana gitar dersi verebilir misin?” diyenler oluyor ama ben ders veremem. Çünkü ben de öğreniyorum, sürekli her gün yeni şeyler öğreniyorum. Gerçekten ders vermek çok kudretli bir şey. Herkes yapamıyor.

 

 

Flüt ve gitar çaldığını biliyorum peki başka neleri çalabiliyorsun Umut?

Gitar eğitimimi konservatuvara girmeden önce almaya başlamıştım. Konservatuvara girdiğimde flüt öğrendim. Piyano zorunlu yan enstrümanımızdı zaten, piyano çalıyorum. Biraz saksafon çalabiliyorum, çünkü tuş yapısı flütle aynı denilebilir. Bağlama çalabiliyorum biraz. Davul çalabiliyorum biraz. Yaylıları hiç bilmem ama mesela.

 

Peki öğrenmek istediğin bir enstrüman var mı?

İki tane var, çello ve trompet. Aslında yanlış kararı verdiğimi Hacettepe’de fark etmiştim. Yani “Allahım ben nasıl böyle bir salaklık yaptım!” demiştim. Bu da bütün hocaların öğrencilerin arasında geyiktir. Flütü normalde arabada giderken dışarı tutsan bile ses çıkar. Öğrenmesi en basit üflemeli çalgılardan biridir. Bakır üflemeli sazlar yani işte trompet, trombon, korno, tuba inanılmaz hoşuma gitmeye başladı sonradan; ama çok geçti. Bir de çello işte. Yaylılarda en sevdiğim. İnsan sesine çok yakın bir tınısı vardır. Aslında bütün duygusal yapısını sağlayan şey de o bence. Onları öğrenmek isterdim.

 

Teknolojiyle birlikte müzik yapmak hem kolaylaştı hem de aslında zorlaştı da bence; çünkü daha da her şey yapılabilir hale geldi.

Süper, harika bir konuya girdin. Direkt bir film önerisiyle başlamak istiyorum. Filmin adı Sound City, 2013 yapımı. Buna bir ara bakarsan bu soruya çok güzel cevaplar alacaksın. Teknolojinin bu protools dediğimiz analog seslerin dijitale convert edilmesi olayı müzikte çığır açan bir durum; ama aynı zamanda birçok stüdyonun da hayatına mal olan bu olay. Film de bunu anlatıyor zaten. Sound City, Amerika’da birçok ünlü grubun kayıtlarını aldığı ünlü bir stüdyo. Fakat dediğim gibi teknolojinin işin içine dahil olmasıyla Sound City batar duruma geliyor. Ortada böyle bir gerçek var; ama biz 2022’deyiz ve bu teknolojinin kullanılması kesinlikle gerekiyor. Yıllardır da kullanılıyor zaten.

Peki bu nasıl bir rahatlık sağlıyor? Ben müziğimi insanlara ulaştırabileceğim şekilde evimden kaydedebiliyorum.  Yıllar önce insanlar bunu yapmak için servetler harcıyordu ve çok iyi müzisyenler  gerekiyordu. Müzisyenin skilleri artık ön planda olması gereken bir şey değil; çünkü dijital ortam sana elinde olmayan birçok şeyi vadediyor. Bu da insanların müzik yapmasını kolaylaştırıyor hatta kolaylaştırmaktan ziyade herkesin müzik yapabilmesine izin veriyor. Bunların arasında çok büyük bir fark var aslında. Kayıt müzisyenliği dediğin şey arşa çıkarılması gereken bir olayken şu an editle her şey halledilebiliyor. Hani “Montaj bu!” muhabbeti var ya montaj oraya evrilmiş durumda işte. Çalmadığın bir şeyi çalmış gibi gösterebilirsin. Her şeyi yapabilirsin ya her şeyi. Peki bu yapan kişi için yararlı oluyor mu? Hayır, çünkü o sentetikliği insan kulağı her türlü ayırt ediyor.

Örnek veriyorum Linkin Park’ın Numb’ını dinlediğinde albümün protools ile kaydedildiğini biliyorsun. Ama inanılmaz bir duyumu ve hissiyatı olduğunu da fark ediyorsun. O albüm de veya Greenday’in albümü de o anekdotlarla yapılmış. Ama dijital ortamlardaki birçok albümden çok farklılar. Niye? Çünkü adamlar müziğin nasıl yapılması gerektiğini okunması gerektiğini gitarın nasıl çalınması gerektiğini çok iyi biliyorlar. Prodüksiyonun nasıl yapılması gerektiğini çok iyi biliyorlar. Burada insan bilgi birikimi öne çıkıyor işte. Onun dışında, bilmeyen ya da sadece dijital kayıt ortamını öğrenmiş bir insan oradan o şeyi çıkaramıyor, nasıl desem, sürekli bu kelimeyi kullanmak istemiyorum ama gerçekten sıcaklığı çıkaramıyor. Sana hoş gelen şey odur. Dinlerken sanki onun çalındığı odada ya da onun çalındığı bir konser alanındaymış gibi hissedersin. Bu duruma reverb denilip de geçilebilir; ama değil, bambaşka bir durum var ortada. Sadece mix’le de alakalı değil bu, yazım aşamalarıyla da alakalı.

Dijitalin, teknolojinin getirdiği her şeyden faydalanmak gerekiyor ama orada asıl önemli olan nelerden faydalanmaman gerektiğini öğrenmek. Aynı şey olayı gibi, müzikteki asıl solo sekansını oluşturan şey, notaların yan yana diziliminden ziyade notaların arasındaki eslerdir. Senin verdiğin nefes araları soloyu oluşturur aslında. Bunun gibi düşünmek lazım. Simple is the best her zaman. Neyi kullanman gerekiyorsa kullan, eyvallah. Ama her zaman eleme aşamasını yap. Nelere ihtiyacının olmadığını bul ve hepsini çıkar. İşte o zaman müzik nefes almaya başlar ve sıcak duyulur.

 

 

Kendini ne yaparken daha rahat ifade edebildiğini düşünüyorsun? Cover yaparken mi kendi bestelerini yaparken mi?

Bestelerken ve genelde bunu akustik gitar ve vokalle yaparken. Rock tabi ki benim birincil janramdır. Ama benim en sevdiğim sanatçı diyebileceğim bir adam var Noah Gundersen diye, o mesela benim için birdir ve o singer songwriter tarzında bir abimiz. Kendisi örneğin full prodüksiyon bir albüm yayınlıyor ama konserlere hala sırtına akustik gitarını takarak gidiyor. Ben de akustik gitarımı alıp sadece yazmayı, akustik gitarımı alıp sevdiğim şarkıları kendi kendime söylemeyi çok seviyorum. İnsanlara kendimi ifade etmemi soruyorsan da yine akustik performanslar diyebilirim.

 

Bir sürü projede ve grupta yer almışsın. Solo çalışmalara başlamaya nasıl karar verdin? Hep aklında olan bir şey miydi, yoksa bir noktada “Hadi ben de kendi şarkılarımı yapıyorum.” dedin ve öyle mi ilerledi?

Bir kırılma noktası olmadı açıkçası. Ben klasik gitar eğitimi almaya konservatuvardan çok önce, ilkokuldayken başladım. O zamanlarda akorları öğrenirken 3 akorlu 5 akorlu besteler yazıyordum. Annemle babam da şaşırıyorlardı falan. Yani ben kendimi bildim bileli beste yapıyorum. O yüzden bir anda “Bunu yapacağım.” deyip bu yola girmedim. Hep aklımdaydı, cürmüm yettiğinde de stüdyoya girip kaydetmeye başladım. İlk başta grup müzikleri ilgimi çekiyordu o yüzden gruplarımla bir şeyler yaptık. İşte Afterburner diye bir metalcore grubum vardı.

 

İzledim klibini.

Rezalettir. (Gülüyoruz) İnsanlık ayıbı gibi yani. O noktadan sonra ben iyilik işi kabul etmemeye başladım. “Abi ben sana klip çekerim ya.” çekme abi, çekme.

 

Ya çok özür dilerim güldüğüm için ama gerçekten…

Ya sen gülüyorsun, ben ağlıyorum. Yani öyle bir duygu yoğunluğu var klipte. Diyorum ya sana insanlık ayıbı. (Gülüyoruz) O dönemde mesela ben yazıyordum, stüdyoya giriyorduk birlikte çalıp kaydediyorduk. Konser falan veriyorduk çok keyifliydi. Klip çekiyorduk. (Gülüyoruz) Klip çekilirken çok keyifliydi ama sonrasında öyle olmuyordu işte. İşin kötüsü biz o klibi silemiyoruz biliyor musun? Çünkü şifresini unuttuk. (Gülüyoruz) Youtube şifresi davulcu Deniz’le bende vardı, unuttuk, giremiyoruz şu an. Silemiyoruz. Şikayet etmek istiyoruz kaldırılacak kadar şikayet edecek insan bulamıyoruz.

 

Peki ben onun linkini bu röportaja koyup kariyerini bitireyim mi?

Şey yazabilirsin, nereden nereye. Nereden nereye, çok da değişmemiş. (Gülüyoruz)

 

Ama biliyor musun, izlerken sanki başka birini izliyormuşum gibi hissettim. Yani o adamla bu aynı olamaz diye düşündüm.

Ya işte bunların hepsi babamla türkü, dayımla metal dinleyip sonra da kendi başıma pop dinlememe dayanıyor.

 

 

 

Kısıtlamaların ardından sahnelere dönmek nasıl bir his? Gerçi sen uzun zaman önce döndün ama…

Ben 2019’un sonunda Süleyman Bağcıoğlu’nun Inrock isimli grubuna dahil oldum. Kasım ayıydı yanlış hatırlamıyorsam. Sonra martta kapanma oldu zaten. Yaz aylarından sonra biz yine akustik çalmaya başladık. İşte kapanma saatlerinden önce, rahat saatlerde. O böyle bir iyi geldi.  Akustik çalmayı çok seviyorum; ama yanımda Süleyman abi olunca… Yani orada gitarı konuşturan bir adam var, o yüzden full ekiple çıkmanın keyfiyle aynı olmuyordu. 2021’de full ekiple düzgün bir şekilde tekrar başladık. İnanılmaz bir keyif oldu. Ve o noktada kaybettiğimiz şeyi de anladık mesela, elimizden alındıktan sonra tekrar kavuşunca.

Tekrar çalabiliyoruz ve önemli olan da bu. Çünkü çalmak bizi yaşatan, bizi dinç tutan şey. Bunu ben 24 yaşında söylüyorum, aynısını Süleyman abi 66 yaşında söylüyor. Ben çalmazsam ölürüm oğlum, diyor direkt. Keyifliydi, çok güzeldi yani. Sadece şöyle bir durum var, kısıtlamaların ardından dedin ama kısıtlamalar tam olarak kalkmış değil. Bizim normalde sahneye başladığımız saatlerden yarım saat önce sahnemizi bitirmemiz gerekiyor şu an. Ona alışmakta zorlanmıştım ben ama galiba insanlar artık ona da alışmış durumda. Bunun kötü yanı, insanlar mekanlara, eğlence yerlerine dağıtmaya müsait şekilde, eğlenmeye aç şekilde geldikleri için biraz kalitesiz bir ortam olmuyor değil.

Bunu konserler için söylemiyorum bu arada, bahsettiğim düzenli işler için söylüyorum. Yoksa Batu’yla çok güzel 2-3 konser geçirdik. İstanbul’da Dorock XL’da, Ankara’da IF’te lansman konserleri çok güzeldi. Bunlar konsept işler olduğu için o tatsızlığı yaşamak mümkün değil tabi. Arkada çalışan güzel bir ekip olduğu sürece her şey saat gibi ilerliyor.

 

 

Benim bildiğim kadarıyla Inrock’ta Coverangers’ta Heavy Sky’da ve Afterburner’da çalmışsın, söylemişsin. Ve bu kadarla kalmadığına eminim. Peki bu kadar farklı tarzlarda müzik yapan gruplarda kafan karışmıyor muydu?

Yoo aslında hepsinin keyfi çok farklı oluyordu. Düzenli sahneler çok da idealistik düşünmen gereken yerler değil, biliyorsun. Orada aslında müzisyen değilsin sen, insanları eğlendirmekle mükellef olan bir tipsin. Sahnede olabildiğince enerjik olman ve işini yapabildiğin kadarıyla yapman gerekiyor sadece. En iyisini yapman da gerekmiyor çoğu yerde. Dediğin gibi birçok ekiple çaldığım bir dönem vardı. Örnek veriyorum haftanın 5 günü çalıyorum ve bazen sabah ayrı iş, akşam ayrı iş olabiliyordu. Bir yerde caz trio şeklinde çalıyoruz, onun çıkışında cuma akşamları Coverangers’la June’da çıldırıyoruz. Gözlerimi bir açıyorum, barın üstündeyiz, popları söylüyoruz. Ertesi gün de düğündeyim Ankaranın Bağları çalıyorum falan. (Gülüyoruz) Söylemedim ama sadece çaldım. En azından oradan yırtarım diye düşünüyorum. (Gülüyoruz) Kafamın karışacağı bir durum yok çünkü orada tamamen insanların eğlencesine hizmet ediyorsun.

Benim o işleri yapmamın nedeni tabi ki keyif almam değil. Ben de isterdim annemin karnından plak şirketiyle doğmuş olmayı ama öyle bir şey yok. Sana bahsettiğim 2020’de topladım dediğim sistemi o şekilde topladım. İşte şu arkamda gördüğün gitarları o şekilde aldım. Her seferinde midemin bulandığı işlere gidip oradan kazandığım parayı iyi bir amaç için kullandım. Durum buydu yani.

 

Senin kendi albümlerin de birbirilerinden çok farklı. Aslında cevabını verdin ama tekrar soracağım, dönem dönem farklı tarzlarda mı yaratmayı deniyorsun? Yoksa “içinden her an her tarz çıkabilir” bir yapın mı var?

Her tarz çıkabilir bir yapım olduğunu düşünüyorum. Dediğinde çok haklısın çıkan işler birbirlerinden çok farklı. Benim ilk single’ım 2017’de yayınlandı. O zamandan beri yaptığım şeyler bir arayış süreciydi, benim gelişmem sonucunda onlar da öyle oldu. Bir dönem singer songwriter tarzında çok şey dinlerdim. Noah Gundersen çok dinlerdim. Ama bunların alternatif versiyonlarını dinlerdim. O dönem bir baktım 2. Cadde diye bir şey çıkıyor. Çok depresiftim, yine bir ayrılık sonrası muhabbeti ve mesela o an elimden o geldi. Ama ondan sonrasında şeyi hatırlıyorum, bak mesela sana onu anlatmak istiyorum, o çok güzel bir dönüm noktasıydı benim için.

Zor Bi’ Yıl’a karar verdiğim bir an vardı aslında. Noah Gundersen Türkiye’ye geldi. Ve biz inanılmaz bir ekiple, Sercan -2. Caddeyi birlikte yaptığımız arkadaşım, ben , Batu ve benim eski kız arkadaşım bu konsere gittik. Çünkü eski kız arkadaşımla birbirimize verdiğimiz bir sözdü, Noah Gundersen olur da bizim yakınımıza bile gelirse, Avrupa ülkelerine bile gelirse gidecektik. Ayrı olup olmamamız hiç önemli değildi. İşte ben bir gün kendisini aradım “Noah Gundersen mı geliyor?” dedi direkt. Evet dedim, hadi gidiyoruz. Gittik konsere. Ben Noah Gundersen’ı ağlayarak dinledim. Benim kahramanımdı çünkü. O yüzden tanışmaya bile gitmek istemedim. Adam da hemen gitti zaten.

Müthiş bir geceydi. Uyudum, uyandım, bir kahvaltı yaptık. O önceki günün mutluluğu o kadar yüzüme vuruyor ki şey gibi “Şu gökyüzüne bakın!” keyiften delirmişim yani. Arabaya bindik, Ankara’ya dönüyoruz. Batu bana yolda Nothing But Thieves’in Graveyard Whistling’ini dinletti. Parçanın soundu müthiş, adamın kafa sesini kullanması falan muazzam. Dinlerken beynimden vurulmuşa döndüm. Bu arada bir yandan kafamda hala Noah Gundersen’ın canlı sahnesi vardı. Şarkı nakarata bir girdi, bir anda Noah Gundersen’dan uyandım ve “Ben buyum.” dedim, kaybettiğim şeyi tekrar buldum.

Benim çevremde hep dönen bir geyik var, arkadaşlarımızla bir mekana gittiğimizde arkada alternatif rock bir parça çalarsa, sesleri bana benzesin benzemesin “Aa Umut sen söylüyorsun sanki.” derler. Ama söyledikleri kişi Chad Kroeger yani Nickelback. Benle ne alakası var? İşte çoğu insan Chester Bennington’a çok benzetir. Chester Bennington nerede, ben neredeyim, anladın mı? Hani bazı benzetilen şeyler var ama bu ses değil, tavır. Ki bu algıyı yaratmak da çok hoşuma giderdi. Ama solo projemde o yüzümü hiç göstermemiştim.

Uzun zamandır rock yapmıyordum. Line’ı yaptım, içinde biraz rock hissiyatı vardı ama elektronik bir şeydi, newage’di. Ama benim daha eskiye dönük bir albüm yapmam lazımdı. Daha köklerime inmem gerekiyordu. Onun kararını da işte o Ankara’ya dönüş yolculuğunda verdim. Yolda mola vermiştik ve bir anda Batu’ya “Ben galiba ne yapmam gerektiğini hatırladım.” dedim. Batu da “Ne diyorsun sen?” falan dedi, anlamadı tabi. Ben o sırada hala kafamda topladığım için olayı anlatmadan çat diye söyledim. Ama işte böyle bir an yaşandı ve sonrasında da Zor Bi’ Yıl çıktı zaten.

 

 

En sevdiğim soruma geldim şimdi. Bir müzikalde yer almışsın. Ben bunu öğrendiğimde çok mutlu oldum. Çünkü Zor Bi Yıl’ı dinlerken sanki bir müzikalin soundtrack albümünü dinliyormuş gibi hissetmiştim. Sesinin müzikallere çok iyi gideceğini düşünüyordum. Ve gördüm ki sen zaten bir müzikalde rol almışsın. Bu nasıl bir deneyimdi senin için?

İnanılmaz keyifliydi gerçekten. Broadway müzikalleri gecesi gibi bir etkinliğin bir parçasıydık. Hepimiz kısım kısım müzikallerden bölümler aldık. Opera’da oynandı yanlış hatırlamıyorsam. Biz Grease müzikalini oynadık Beste diye bir arkadaşımla. Oradan 2 bölümü oynadık biri Grease Lightning’di diğeri de You’re The One That I Want’tı. Bunu normalde Beste Batu’yla oynuyordu. Ama Batu bu etkinliğe dahil olmadı. Sonra bu müzikali çekip çeviren hocamız, Gözde “Umut yapar mısın?” dedi. Denerim, dedim.

Daha önceden hiç yaptığım bir şey değildi. Ama benim hep içimde bir oyunculuk sevdası oldu. Yani oyunculuk yapmayı hala istiyorum. Keşke düzgün bir klip seti kurabilsek de ben deli deli oynayabilsem. Çünkü birkaç oyun deneyimimde sonradan çok güzel feedbackler almıştım ve üstüne gitmek de istiyorum. Biz işte Beste’yle konuşmaya başladık nasıl yapsak, nasıl etsek falan diye. Sonra bir gün hadi sahneyi oynayalım dedik. Bir baktık Beste’yle uçuyoruz kaçıyoruz söylüyoruz.. Altından kalktık güzel bir şekilde. Ama o eforla birlikte söyleme olayı… Gerçekten akıl işi değil, çok zor bir şey. Ama kesinlikle müthiş bir deneyimdi. Orkestramız çok güzeldi. İzleyici çok güzeldi, zaten neredeyse full bir salona sergiledik. Ondan sonra Frankenstein müzikali için çalışmamız oldu okulda, beni orada başrol yaptılar hatta. Ama o dönem tüm ekibin okul ve sınav yoğunluğundan ilerleyemedik.

 

Senin uçsuz bucaksız bir yaratım alanın var, bunu konuştuk. Peki sen kimleri dinliyorsun, kimlerden ilham alıyorsun?

Noah Gundersen. Hayatımdan hiç eksilmeyen bir adam. Kesinlikle birinci sıraya onu koyarım.

 

Galiba devamında Synyster Gates var.

Aa tabi! Mesela benim ilk dövmemde Seize The Day’in sözleri yazıyor. Avenged Sevenfold beni gitara tekrar başlatan gruptur. Ortaokuldaydık, piyanist bir arkadaşım var, Gülce, o bana okulda ipoduyla dinletmişti Nightmare albümünü. Sonrasında zaten deli gibi dinlemeye başladım. Avenged Sevenfold beni o zaman bayağı etkilemişti, onları dinledikten sonra gitarı tekrar elime aldım. Aa, gitar böyle bir şeymiş, büyük bir olaymış dedim. Onun dışında o zamanlar metalcore bayağı bir şey dinlemiştim. Bu da Afterburner zamanına denk geliyor zaten. (Gülüyoruz) Çaldığımız Trivium’lar, As I Lay Dying’ler falan bayağı bir metalciydik.

Sonrasındaki dönemde dediğim gibi hayatımın arka planında hep Noah Gundersen oldu. Hep onu dinledim, sonra onun üstüne bir şeyler dinledim. Ama yol gösterme anlamında gariptir ki progresif metal gruplarından biri var, Periphery diye, Amerikalı bir grup. Çok sert bir müzik yapıyorlar,  içerisinden çok fazla done almışımdır. Hatta onların plugin’lerini çok fazla kullanıyorum. Onun dışında fikir anlamında Türkçe’lerden bahsedeceksem kesinlikle Mor Ve Ötesi’ni söyleyebilirim. Onları dinleyerek büyüdüm zaten. Onlardan çok fazla esinlendiğimi düşünüyorum. Aslında daha fazla vardır ama şu an aklıma bunlar geliyor.

 

 

Umut harika coverlar yapıyorsun. Sesin her şarkıya çok güzel gidiyor ve bunun nasıl mümkün olduğunu gerçekten anlayamıyorum.

Şimdi bir şeyleri birbirine bağlayacağız. Randy’nin söylediği şeyi hatırlıyor musun?  “Yaptığın her şeyin en iyisini yapmakla lanetlenmişsin.” bu çok egoistçe görünüyor olabilir şu an ama bunu bir şeyi açıklamak için hatırlatıyorum. Bir de dedim ya arkadaşlarımla bir mekana gittiğimizde bir şarkı çaldığında “Aa Umut bunu sen söylüyorsun sanki!” muhabbeti oluyor. Şimdi bunları benim oyunculuk sevgimle de bağdaştırmanı istiyorum. Ben aslında taklitçiyim Ezgisu. Yani bir gün Ankara’ya yolun düşer de Siyah Beyaz’da görürsen beni ZZ Top söylerken Billy Gibbons gibi duyacaksın, Summer of 69’ı söylerken Bryan Adams gibi duyacaksın. Çünkü taklit ediyorum. Dinlediğim şeyi kafamda oturtuyorum, bu adamın sesinde şöyle bir tavır var, diyorum. Örneğin telaffuzunu analiz ediyorum. Analiz etmek de değil aslında kafam o şekilde çalışıyor. Yani bu adam zaten bu şekilde söylüyor ben de bu şekilde söylemeliyim diye düşünüyorum. Yorum katma peşinde olan biri değilim coverlarda. Aslında olay tamamen oradan geçiyor. Yaptığım coverlardan en beğendiğin hangisi mesela?

 

I Will Remember tabi ki. Aşık oldum o şarkıya.

Mesela orada Steve Lukather tavrıyla söylemek o parçayı güzel yapıyor bence. Öyle bir durum var.

 

Another Day In Paradise’ı da düşünebilirsin bence.

Aa çok severim. Normalde ben akustik setler yapıyorum. Cumaları Bahçelievler’de Classic Cafe’de akustik set, full yabancı, kendi istediğim parçalarla sahne alıyorum. Aşırı keyifli geçiyor. Cumartesi de Siyah Beyaz’da yardırmasyon halindeyiz. Akustik sete ekleyeceğim Another Day In Paradise’ı.

 

Peki cover yayınlamaya devam edecek misin?

Ya coverlar aslında hiç planlanmadan ortaya çıkıyordu. Ki fark etmişsindir bazıları düzgün kayıtlarla kaydedilip sanki üstüne klibi çekilmiş gibi, bazıları da sadece telefonu koyup “Bu da burada böyle dursun.” denilip de kaydedilmiş gibi. Şu aralar coverını yapmak istediğim bir parça yok sanırım. Yani coverını yapmak istediğim parçalar var ama bunları konserde çalıp kaydetmek istiyorum.

 

Geleceğim o zaman, çok merak ediyorum çünkü. 

O zaman konserlerle ilgili bir şey daha söyleyeyim sana. Yeni albümle birlikte Heavy Sky’dan tanıdığınız, canımız davulcumuz Hakan Kılıç ile birlikte çalışacağız benim solo projemde. Ekipte o olacak. Klavyede de Batu Akdeniz sahnelerinden aşina olduğunuz James D. Taylor olacak. Artık solo projemle konserlere başlamak istiyorum…

 

 

 

Umut bir video var, ismi Umut Er. Ben sen değilsindir diye tıklamıştım ama gerçekten senmişsin. Bu 14-15 yıllık bir video ve orada çok tatlı yorumlar vardı. İnsanlar senin potansiyelini o zamandan görmüş. Peki senin o zamanlardan bugüne kadar yaşadıkların senin hayal ettiğin gibi mi ilerledi?

Hayır tabi ki. Zaten her şeyin insanın hayalindeki gibi ilerlemesi çok ütopik bir şey gibi geliyor bana. Sonradan mı bu kadar karamsar oldum bilmiyorum; ama “hiçbir şey istediğim gibi gitmiyor” kafasında da değilim. Çünkü her şeyden önce ben büyürken dünya da büyüdü ve değişti. Hepimiz değişmek zorundayız -ki bizim jenerasyonumuzdaki insanlar çok daha fazla değişmek zorunda kaldı; çünkü dünyanın daha hızlı bir değişim sürecine şahit olduk. Ama mutluyum yavaş yavaş ilerlemesinden. İlerlemese de mutlu olurdum bu arada. Ya bugün senin bu röportajı teklif etmen bile benim kariyerim için, benim için gerçekten önemli bir şey. Söylediğin şeyler, iyi yorumlar, bunlar benim tutunduğum dallar. O yüzden çok da istediğim gibi gitmesine gerek yok her şeyin. O konuda hayatın kendi akışına, opsiyonlarına açığım.

 

Peki şu an hayatta olmak istediğin yerde misin?

Hayatta olmak istediğim yerde olmadığımı söylersem bugün olduğum yere haksızlık etmiş olurum. O nedenle “Evet.” demek durumundayım. Ama bu evet, yüzde yüz bir evet değil.

 

 

Şu an solo projelerin dışında neler yapıyorsun?

Solo projelerim dışında, sadece haftalık çaldığım programlar var. Cuma cumartesi işte dediğim yerlerde çalıyorum. Onun dışında evime gelip kayıtlarımı yapıyorum. Ve Batu’nun gitaristliğini yapıyorum. Bunlar benim için yeterince anlamlı ve yeterliler. Hayatımı olabildiğince sakin ve rahat yaşamaya çalışıyorum.

 

Ankara sahnesinin, müziğinin ayrı bir kültür olmasını neye bağlıyorsun? Ankara’da çok fazla sahne aldığın için senin düşüncelerini merak ediyorum.

Onu söylemek asla benim haddime düşmez ama cevap vermeye çalışayım. Ben çok şanslıyım ki senelerdir o sahneyi kuran insanlarla çalma şerefine nail oldum. Süleyman Bağcıoğlu ile Sadık Sağlam ile… Mesela Süleyman abi beni aradığında elimin ayağımın titrediğini hatırlıyorum. Çünkü o “Süleyman Baba”dır bizim için. Birçok jenerasyon da o şekilde görüyor.

Ankara sahnesini diğer şehirlerle kıyaslayamayacağım ama kendi başına anlatabilirim. Ankara’nın farklı bir dokusu var çünkü Ankara çok chill bir yer. Ankara’da o adamı sahnede görürsün, Ankara’da o adamı sahneden indikten sonra tutarsın bir öpersin sarılırsın, içkisini içersin, oturursun ve gecen o şekilde devam eder. Yarın yine buluşabilirsin onunla. O müzisyenle dinleyici arasında olan bağ her zaman oluşur. Biraz da o oluşturur zaten Ankara’nın o sıcak sekansını. Süleyman abiyi mesela izlerken “Acaba benimle konuşur mu?” falan diye düşünürdüm. Süleyman abi herkesle konuşur, Sadık abi, Nusret abi herkesle konuşur. Öyle bir ego çarpışması olan bir sahnesi yok Ankara’nın. Bence en güzel yanı o.

 

Peki bundan sonra bizi neler bekliyor? Planların neler?

Bundan sonra… Dediğim gibi albüm hazır ve 2022’nin bu albümün yılı olmasını istiyorum, başka şeylerle dağıtarak kirletmek yerine. Albümde 7 tane parça var. Çok keyifli parçalar da var çok yıkık parçalar da var ama orta karar bulunmuş gibi geliyor. Olacakları birlikte göreceğiz.

 

 

Kısa sorularıma geçiyorum. İzlediğinde, dinlediğinde seni çok etkileyen ilk grup neydi?

Avenged Sevenfold.

 

Başka bir şey yok muydu?

Yani vurgun olan o. Yoksa var.

 

Ne mesela?

Linkin Park var. Guns N’ Roses, Manowar, Kiss… Dayım dvdlerini alıp geliyordu, izliyorduk. Ama şeyi hatırlıyorum Jay-Z ile olan Numb’ın encore versiyonunu. Dinlediğimde çok etkilenmiştim. Guns N’ Roses’ın Don’t Cry’ında da aynı şey olmuştu. Tamam buldum, Metallica diyorum. San Francisco Symphony. San Francisco Symphony 2’ye de sinemada gitmiştim. Hala aynı hissi yaratıyor bende.

 

Şimdiki soruyu benden başka kimse soramaz çünkü içeriden bilgi aldım. Yani Batu’dan. En sevdiğin Spiderman hangisi? (Gülüyoruz)

Bunu Batu’ya ne olarak sordun? Umut’a ne sorarsam şaşırır, diye mi? (Gülüyoruz)

 

Onunla yaptığımız röportajda Spiderman No Way Home’la ilgili düşüncelerini sormuştum. Filme seninle gittiğini söyledi. “Ağladık, sonra içmeye gittik, sonra tekrar ağladık.” dedi. Ben de bunu Umut’a da sormalıyım, dedim.

Rezalet ağladık. İnanılmaz ağladık. Radyo ODTÜ’nün ön gösterimine gittik. Çıkışta Batu’yu çevirip şey diyorlar “O ağlayan sen miydin ya?”.  Çünkü Batu’nun sesi daha fazla gitmiş oraya. O “Aa evet ya.” diyor, ben de sesimi çıkarmıyorum sanki hiç ağlamamışım gibi. (Gülüyoruz) En sevdiğim Spiderman, tabi ki Spiderman’i sevdiren adam Batu Maguire. (Gülüyoruz) Tobey.

 

Evet, ben o adamı sevmiyorum.

Gerçekten mi? Niye?

 

Aşırı gıcık bir vibe’ı var.

Aynen adamın robotik havası var. Tobey Maguire, bir hamsterın sahip olduğu bir robottur, diye yorumlar gönderiyorlar ya. O da bir bakıyor “Adım öyle yazılmıyor.” falan deyip gidiyor. Ama onun Spiderman filmleriyle benim çok zamanım geçti. Ben onun filmlerini izleyip yerlerde dolaşan, Spiderman kostümü giymeye çalışan bir çocuktum.

 

Yani üzüldüm ama şaşırmadığım bir cevaptı.

Ya ben diğer Spiderman’leri sevmeyen bir adam değilim. Tobey en iyisi de demiyorum sadece Tobey’nin yeri bende çok farklı. Ama The Amazing Spiderman’lerin ikisi de bence çok güzel işlenmişlerdi. Hiç beğenilmediler, niye öyle oldu  bilmiyorum. Andrew Garfield aşırı güzel bir Spiderman kesinlikle. Tom Holland’a en başta önyargılıydım ama inanılmaz oynadı adam. Son filmi zaten tartışmaya gerek yok.

 

 

Son zamanlarda kimleri dinliyorsun?

Çok garip bir şey yapacağız, bak şimdi. Spotify’a gidiyoruz. Bakalım son zamanlarda neleri dinliyormuşum. Mor ve Ötesi’nin son yayınlamış olduğu Forsa’yı çok beğendim; ama Dünyaya Bedel’i daha çok beğendim. Bugün eklemiş olduğum bir parça var, Muse’un Won’t Stand Down’ı, çok hoşuma giden bir parça. Bayağı sert. Genel Muse dinleyicisi tarafından çok beğenilmemiş galiba ama ben o savage muhabbetini çok severim. Sonra… Aslında yeni çıkmamış olan ama benim yeni keşfetmiş olduğum bir parça var, Yüksek Sadakat’in Aşk Toprağı parçası. Gerçekten Türkçe rock’ta yer etmesi gereken bir parça olduğunu düşünüyorum. Çünkü hissiyatı Avenged Sevenfold’un Acid Rain’ine inanılmaz benziyor bence. Her şeyden önce soundlar inanılmaz. Ya mükemmel bir davul kaydı! Türkiye’de sanırım en hoşuma giden davul kaydı bu oldu.

Son eklediklediklerime bakarak ilerliyorum… Starsailor’dan Way To Fall çok sevdiğim bir parçaydı, bu aralar tekrardan hortlattım. Back vokallerini yapmış olduğum Yazık Sana’yı (gülüyoruz) dinliyorum. Yazık Sana da benim ilk 2018’de dinlediğim bir parçaydı hatta Batu’ya da sürekli “Ya bu bambaşka bir şey olacak.” dediğim parçasıydı ki bence öyle oldu. Onun dışında Noah Gundersen’ın son albümünü çok fazla dinliyorum.

Toygar Işıklı’nın Hayat Gibi albümünde Yazgım diye bir parçası var, çok severdim. Karışık çalmada denk geldi ve tekrar hayatıma girdi. Gerçekten inanılmaz bir parça. Adamın o soundtrack kafası yok orada. Bayağı pop ve ama rock da var içinde. Sadece, etnik enstrümanları kullanmamış olsa bambaşka bir yerde olabilirdi. Sevmediğimden değil bu arada, sadece algıdan söz ediyorum. Yoksa ben etnik enstrümanları çok seviyorum. Ki duyuyorsundur parçalarımda, Okyanus’ta mesela. Ben severim o tarz komalı yapıları. Yazgım inanılmaz bir parça bence, onu çok dinliyorum bu ara. Badflower dinliyorum. 2020’de yeni bir albüm çıkardılar, gerçekten çok sağlam iş. Bütün albümü çok beğeniyorum.

 

Peki senden beklenmeyecek bir şey var mı orada?

Yani benden beklenmeyecek de… Her şeyi yapmış, düğünde de çalmış, trioda da çalmış bir adamdan beklenmeyecek bir şey ne olabilir acaba? Bak çok güzel çıktı karşıma şu an. Normalde Mabel Matiz hiç dinlemem; ama Çukur diye bir parçası var, severdim. Bayağı iyi parça gerçekten.

 

İzleyici olarak gittiğin, unutamadığın bir konser var mı?

Noah Gundersen. (Gülüyoruz) Ama ondan sonra Metallica’nın 2014’te İTÜ Stadyumu’ndaki konserini söyleyebilirim. O da çok iyiydi.

 

 

Tekrar tekrar izlediğin bir film var mı?

Çok film var aslında çünkü ben yeni film izleyebilen bir adam değilim. Örnek veriyorum Lord of the Rings’in bütün serisini 60 kere falan izlemişimdir, abartmıyorum. Spiderman’leri de aynı şekilde, Avengers’ı da. Barfly diye bir film vardı, Heavy Sky’daki basçı abimiz önermişti. Mickey Rourke’un Bukowski’yi canlandırdığı bir film, onu da çok izledim mesela. Ama herhalde en fazla izlediğim Lord of the Rings’dir.

 

Seni çok etkileyen bir kitap var mı?

Çok kitap okuyan bir adam değilim; ama Martı’yı çok sevmiştim.

 

Benim sorularım burada bitiyor. Son olarak söylemek istediğin bir şey var mı dinleyicilerine, okurlarımıza?

Sanırım şu an bir şey söylemek istemiyorum, toplandıklarında söylerim.

 

Umut Er’e cevapları için teşekkür ederiz. Umut’un gelecek albümlerinden konserlerinden haberdar olmak isterseniz Umut’u Instagram ve Twitter hesaplarından takip edebilirsiniz.

 

 

 

Bu içerik size ne hissettirdi?
ehehe
0
ilginç
0
kalp <3
2
karasızım
0
olamaz!
0
üzücü
0